Polatlı’da yedeksubay eğitimimiz bitmiş, kur’alar çekilmişti. Bazıları Patnos’u (Ağrı’nın kazası) çekmişti. Patnos’u çekenler büyük bir hayal kırıklığına uğramışlardı. Moralleri çok bozulmuş, hayıflanır olmuşlardı. Bir çokları da yangına körükle gidercesine, güya onların üzüntülerine ortak oluyor, dertlerine dert katıyorlardı. Patnos gidilecek yer miydi? Kuş uçmaz, kervan geçmez, insanın yaşayamayacağı bir belde, acaba ne yapsalar da bunu değiştirmenin bir yolunu bulabilseler! Bu uğurda yapamayacakları maddî fedakârlığın hududu yoktu.
İşin enteresan tarafı, bu hâleti ruhiye içinde kıvrananların -ben dâhil- hiçbirimiz, Ankara’dan öteye, hele hele Sivas’tan daha doğuya geçmemiş, oraları görmemiş ve bilmemiş insanlardık. Tabî oralar hakkında, şüphesiz malumat sahibiydik, fakat bizzat görmemiş, oralardan geçmemiştik, bilgilerimiz sâdece işitmeye mâtuftu. Bazı neşriyatların da kasıtlı yayınları, zihinlerimizde Doğu’yu yaşanılmaz, durulmaz bir yer olarak hayâl etmemize sebep olmuştu.
Halbuki sonraları Diyarbakır, Erzurum ve Van’da görev yapmak nasip oldu. Oraları enine boyuna görmek imkânına kavuştum. Hattâ Kars, Iğdır, Doğu Bayazıt ve Hakkari’ye vs. gittim. Bazı neşriyatlarda yazıldığı gibi, oraları mahrumiyet yerleri olarak bulmadım. Ne insanına yabancılık çektim, ne de bölgeye uyum sağlayamamak gibi bir çekilmez ortamda buldum kendimi. Hele aradan bunca yıl geçtikten sonra Doğu’nun çehresi kat be kat eskiye nazaran daha da değişmiş durumda.
İki hatıra:
Sene 1975, Ergani’deyim (Diyarbakır’ın kazası). Kahvehane’nin bahçesinde çayımı yudumluyorum. Hemen yanımda taksi durağı. Biri geldi, çevre köylerden birine gitmek için taksiye bindi. Fakat binmesiyle inmesi bir oldu! Şoför de şaşırmıştı. Hayretle müşterisine bakıyor, değişikliğe bir mâna veremiyordu. “Niye vazgeçtin âbi?” diye sorunca: “Ben, teypsiz taksiye binmem!” demez mi? Şoför taksiyi yeni aldığını, henüz teyp takdıramadığını söylediyse de, köylü öteki taksiye doğru yürüdü. Hâdise çok düşündürücü ve çarpıcıydı. Köylere kadar motorlu taşıtların gidebilmesi ne kadar sevindiriciyse, vatandaşın artık zarurî olmayan başka ihtiyaçları arar hâle gelmesi de, köylümüzün maddî gücünün o derece ilerlediğinin bir göstergesiydi.
Yine aynı seneler. Elazığ’ın Maden kazası. Krom işletmelerinde çalışan Maden Mühendisleri’nin kaldığı Güleman lojmanları. Tabiatın vahşî ve heybetli manzaraları sergilediği yalçın ve yüksek Güneydoğu Torosları üstünde, kartal yuvası gibi bir yer. Gerçekten dağların tepesinde şirin, yemyeşil fakat son derece modern lojman binaları. Kaloriferli, telefonlu, kantinli, velhasıl her türlü maddî ihtiyaçları karşılanmış şirin bir kasaba hüviyetinde.
Mühendisimiz bu imkânlar içinde. Ya işçimiz?
Mühendis bir arkadaşımı mezkûr işletmeye giderek ziyaret etmiş ve hattâ krom madenlerinin yerin altına doğru uzanan ocaklarına kadar inmiştim. Buralarda çalışanların aldıkları ve alacakları elbette, alınterilerinin karşılığı olarak azdır bile. Neyse biz asıl konumuza dönelim. Mesai bitiminde bir işçi, ısrarla arkadaşı evine dâvet etti. Zaten kendisi inançlı ve inancını yaşayan bir mühendis olması hasebiyle, işçilerce çok sevilen ve sayılan biriydi. Hatırını kıramadı. Düştük peşine. Dağ tepe derken epeyce gittik. Nihayet, işte orada diyerek, önümüzde yükselen tepenin üstündeki mütevazi evini gösterdi.
Uzaktan sıradan bir köy evi görünümündeki eve doğru, nâçâr düşe kalka ilerledik. İyice yorulmuştuk. Yorgunluğumuzu alacak demli bir çaya hasret hâle gelmiştik. Nihayet eve buyur edildik. İçeri girdik. O da ne, gözlerimize inanamadık! Dışarıdan asla ihtimal veremeyeceğimiz ve zaten tepenin başında olan bir ev için düşünemeyeceğimiz konforla karşılaştık. Sanki bir köy evinde değil de, modern bir apartman dairesindeydik. Ne yalan söyleyeyim, çok şaşırmıştık. Tepede tek başına yapılan bu evde herşey vardı. Kanapelerinden vitrinine, radyosundan teypine kadar her şey.
Biz bu memnuniyet verici şaşkınlığımızla lâl kesilmişken, işçimiz biraz sonra mükellef bir yer sofrasıyla içeri girmesin mi? Bu, daha büyük bir hayrete garketti bizleri. Sofrada hiçbir şey eksik değildi. Hani derler ya, bir kuş sütü yoktu o kadar. Zengin sofranın başında, hem kahvaltı nevinden yedik içtik, hem çaylarımızı yudumladık, hem de güzel sohbetler yaptıktan sonra ayrıldık.
Evet Doğu’da, dağ başında yaşayan işçimizin dahi, bizleri sevindiren, daha da iyi olmalarını istediğimiz, içinde yaşadıkları mevcut imkânlar. Oysa Ankara’dan öteye geçmeyenlerin zihninde ve hâfızalarında Doğu Gerçeği, insanlarımızın -o zamanki bâzı gazetelerin karikatürlerinde bile, sık sık yer aldığı gibi- toprak altında, âdeta mağara hayatı yaşadıkları şeklindeydi.
Şimdilerde mümkün olsa da, İstanbul’dan Hakkari’ye kadar bir yolculuk yapsanız -ki ben, bu güzergâhın devamlı yolcusuydum- .Özellikle, yolculuğunuzun Doğu kısmını geceye denk getirseniz, göreceksiniz ki, TÜRKİYEM PIRIL PIRIL . TÜRKİYEM IŞIL IŞIL . Uçak gibi otobüslerde, asfalt yollarda ve inanın saray gibi, her türlü konforu hâiz dinlenme ve mola verilecek tesislerde konaklayarak yapacağınız seyahat, sizleri şaşırtıcı bir memnuniyet ve sevince gark edecektir. Üç beş ev için bile, elektrik direklerinin götürülmüş olduğuna, beş altı hâneli köylere dahî ilkokulların yapıldığına, yol boyunca şahit olacaksınız.
Hele GAP’ın da devreye girdiğini, Güneydoğu’ya hayat verdiğini, Türkiyemizin yeşiline yeşiller kattığını düşünürsek, nasıl bir geleceğin bizleri beklediğini anlarız.
Öyleyse, geleceğimizi Avrupa, Amerika, Ermeni vs.’nin kışkırtmalarıyla, kendimize zehir etmeyelim. Unutmayalım ki, iki pehlivan kavga ederken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Dış düşmanlar, Doğu’nun ne Kürdistan ne de Türkistan olmasını isterler! Şimdilik emelleri Büyük Ermenistan’dır!
İyi bilelim ki, bugün seni beni zayıflatmak için, bâzı gençlerimizin eline silâh sıkıştıranlar, zaafımız kıvamını bulunca, bu sefer onlara silâh vermeyi kesecek, Ermeni’yi de üstümüze salacaklardır.
Unutmayalım ki, TÜRKSÜZ KÜRT KÖR, KÜRTSÜZ TÜRK TOPALDIR. Bu topraklarda ya hep beraber yaşarız. Ya hep beraber yaşarız. Üçüncü bir şık muhâl. Ve tam mânasıyla, iki taraf için de izmihlâldir. Kürt Türksüz, Türk Kürtsüz yapamaz ve olamaz. Çünkü bizler, her şey bir tarafa, oluşumuzla kardeşiz. Aynı inancın mensuplarıyız. Din kardeşiyiz. Dinimiz, ancak inananlar kardeştir diyor. Kimlerin hesabına oyuna getirilmek istendiğimizi, bazı genç kardeşlerimiz, iyi bilip kendilerine gelmelidirler.
Şairin dediği gibi:
“Girmeden tefrika bir millete, düşmen giremez.
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
199- 200