1800’lü yılların ikinci yarısından itibâren vatansever Osmanlı aydınları, Osmanlı Devleti’ni eski haşmetli gücüne kavuşturmak için derin arayışlar içerisinde oldular. Bunların hiçbiri iz bırakamadı.
1904 yılında Yusuf Akçura, ‘Üç Tarz-ı Siyâset‘ başlığı altında 33 sayfalık bir makale yazıp Mısır’da yayınlanan ‘Türk‘ isimli dergide kamuoyunun bilgisine sundu. Akçura makalesinde; Osmanlı Devleti’nde temel politikanın ne olması gerektiğini araştırıyor ve üç temel unsurdan hangisinin esas alınacağı hakkında fikir yürütüyordu.
Birinci unsur: Osmanlı Devleti’ne tâbi muhtelif milletleri temsil ederek birleştirecek Osmanlılık,
ikinci unsur: Hilafet hakkının Osmanlı hükümdarlarında olmasına dayanılarak belirlenen İslamiyet, üçüncü unsur ise Osmanlı Devleti’nin kurucu ana unsuru olan Türkçülük düşüncesi idi.
Akçura sonraki yıllarda, Türk Yurdu dergisindeki yazılarıyla Türkçülük düşüncesinin ateşli savunucusu olarak tanınmış olmasına rağmen, bu makalesinde üç tarzdaki siyasetin her birine eşit mesâfede durmuş, her birinin olumlu ve olumsuz yönlerini ortaya koymuştur. Eser, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silindiği 1922 yılına kadar tazeliğini koruyarak tartışılmıştır.
Ziya Gökalp, 1929 yılında yazdığı ‘Türkleşmek, İslamlaşmak Muasırlaşmak‘ isimli eserinde; devletin güçlü bir yapıya sâhip olabilmesi için; kültürel unsur olarak Türkçülüğün, ahlakî unsur olarak İslamiyet’in, ilim ve teknoloji olarak da muasır devletlerin esas alınmasının uygun olacağını ileri sürüyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında pek tabîi olarak Yusuf Akçura’nın ‘Osmanlıcılık‘ umdesine hiç itibar edilmedi. Ziya Gökalp’in prensipleri tercih edildi. Özellikle ‘Türkleşmek‘ umdesi esas alındı. ‘İslamlaşmak‘ konusundaki yaklaşım zaman içinde farklılıklar gösterdi. Başlangıçtaki saygılı tutum, zamanla gevşedi. İslamiyet’le ilişkilerin dondurularak muhafaza edilmesi tercih edildi. Şartların gereği olarak daha çok muasırlaşmaya önem verildi. Buna paralel olarak da İslamiyet, dindar halk tabakalarının dışında yaşama ve gelişme imkânı bulamadı.
1937 yılına gelindiğinde; Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924 Anayasası’nın 2. Maddesindeki ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin dini, İslam dinidir.’ Hükmü kaldırıldı. Laiklik prensibi anayasamızda yer aldı.
Sonraki yıllarda da Cumhuriyet yönetimi, din kavramı ile ve özellikle de İslamiyet ile arasına ciddî mesâfeler koydu ve 1950 yılına kadar bu mesâfeler giderek artırıldı.
1950 yılından sonra olumlu gelişmeler oldu ise de, laiklik kavramını din kadar güçlü bir olgu olarak kabul eden görüşün kalıntıları günümüzde cılız da olsa varlığını hissettirmektedir.
İlim çevrelerinde bu etkinin tesirleri zaman zaman tartışılmaktadır. Ancak mesele çözüme kavuşturulamamış, sağlam bir zemine de oturtulamamıştır.
Aynı paralelde taştırılmakta olan bir başka konu; milliyet ve İslamiyet ilişkisidir.
Milliyet ırkî, İslamiyet dinî mensubiyeti ifâde eder. Bu iki olgudan birini, diğerinin az veya çok önünde görenler arasında zaman zaman sürtüşmeler, fikrî kavgalar yaşandığı olmuştur.
‘Medenî’ vasfına sâhip insanlar, milliyet ile İslamiyet arasında en ideal uyumu sağlamakta zorlanmazlar.
İnsanlığa huzurlu bir hayat bahşeden semâvî üç din; Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık; medenî dört büyük insanın önderliğinde gelişmiştir: Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav).
Onlar, âdil insanlardı, medenî insanlardı.
Hz. Muhammed’in mümeyyiz vasfı; ’emin’ olmasıydı. ‘Emin’ olmak, güvenilir olmaktır. Kimseye kötülük etmeyeceğine, muhtaçlara yardımcı olacağına inanılan insandır.
Ne hazindir ki medeniyet kavramına ihtiyaç arttıkça, uygulama alanı genişledikçe medenî insanlar azalıyor.
Âdil yönetimlerin taşıyıcı üç kolonu; millî değerler, mânevî değerler ve insanî değerlerdir.
İslamiyet’in tek olmasına rağmen yeryüzündeki Müslümanların sayısınca Müslümanlık anlayışı vardır. İslam âleminin zelil durumda oluşunun sebebi; İsrail, ABD, AB, Rusya ve Çin ile Müslüman olmayan diğer devletler değildir. Müslümanlık anlayışındaki ve uygulamasındaki bu farklılıklardır.
Bu farklılıklara ‘zenginlik‘ deyip kendimizi avutmayalım, aldatmayalım. ‘Faruk’ sıfatına sâhip âkıl insanlar, İslamiyet’in özünü anlayan, kavrayan ve uygulayan insanlar, tebliğ ve irşat görevini, farz-ı ayn olarak kabul edip yapmalılar. İslamî düşüncelerin ve hareketlerin hedefi, bu görevin yapılmasını sağlamak olmalıdır.
Huzur bundadır. Güç bundadır. Mutluluk bundadır. Dünya ve ahret saadeti bundadır.