Her zaman ve her yerde bize ışık tutacak örnek tutum, tavır ve davranışları, Asrı Saadet olan Hz. Peygamber zamanında ve Hulefayı Raşidîn denen Dört Büyük Halife yâni Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali devirlerinde bulabilir…Bugünkü geçici sıkıntılarımıza, tâ o günlerden çıkış yollarını ve çözüm hâllerini seçip çıkarabiliriz.
Hz. Peygamber hikmet ve maslahat gereği, zâhiren görünmez inayet, himaye ve koruma altında olduğu ve Hakk’ın gözetiminde bulunduğu hâlde -sırf bizlere örnek olabilmesi için- görünüşte yalnız, bîkes, kimsesiz, çok kötü ve tehlikeli durumlarla, başbaşa kalmış gözükmekte.
Böylece her ortam, her alan ve durumda takındığı şahsiyet, sergilediği tavır ve sarfettiği yerinde sözlerle, bizlere tam bir ışık tutmaktadır. Çünkü O; bizlerin de benzer vaziyetler karşısında nasıl bir hattı hareket tarzı göstermemiz gerektiği yolunda, örnek alabileceğimiz mükemmel bir önder insandır.
Nitekim Mekke’li müşrikler; Ebu Talip’le Hz. Hatice’nin vefatını fırsat bilerek, Hz. Peygamber’e öncekinden daha çok eziyet etmeye başlayınca (Mahmut Es’at, İSLÂM TARİHİ, Sadeleştirenler: Ahmet Lütfi Kazancı, Osman Kazancı, İstanbul – 1983 s.496), bu şartlarda Mekke’de İslâm’ı yaymak; neredeyse imkânsız hâle gelmişti. (Rahîm Er, SEVGİLİ PEYGAMBERİM c.5 Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul -1990 s.116)
Bunun üzerine Hz. Muhammet, Peygamberliğinin onuncu yılı olan 620’de azatlı kölesi ve oğulluğu Zeyt b. Harise’yle birlikte Taif’e gidip, orada eşraftan bâzılarıyla görüştü.
Kendisinin, Allah tarafından gönderilen bir Peygamber olduğunu söyledi. Kureyş müşriklerinin uğrattıkları belâ ve musibetlerden bahsetti. Onları Allah’a imana çağırdı. İslamiyeti yaymasında kendisine yardımcı olmalarını, kavmi Kureyş’ten muhalefet edenlere karşı kendisiyle birlikte hareket etmelerini istedi.
Fakat Taifliler, kavmi tarafından istenmeyen ve kabul edilmeyen biri olarak kendisinden ürktüklerini belirterek Hz. Peygamber’i reddettiler. Gençlerin müslüman olmalarından korktular. Hz. Peygamber’in derhal, yurtlarını terketmesini isteyerek, bütün tekliflerini en çirkin bir şekilde geri çevirdiler.
Hz. Peygamber’le alay ettiler. Ayak takımını, ona karşı kışkırttılar. Arkasından edepsizce bağırtıp çağırtıp sövdürdüler. Fahri Kâinatı taş yağmuruna tutturdular. Ayakları kan çanağına döndü.
Bu şaşkın halkın, taşkın halleri ve korkunç taşlamaları; Hz. Peygamber, Utbe ve Şeybe b. Rebia’nın Taif’deki bağına sığınıncaya kadar devam etti.
Utbe ve Şeybe b. Rebia, Peygamberimizi kan revan içinde görünce -akraba da olmaları dolayısıyla- gayrete geldiler. Addâs adlı hıristiyan köleleriyle üzüm gönderdiler. Hz. Peygamber’in “Bismillah” diyerek yemeğe başlaması Addâs’ı şaşırttı.
Hz. Muhammet, Addâs’ın Ninova halkından bir hıristiyan olduğunu öğrendi. Onun salih bir kişi olan Yunus b. Metta’nın memleketinden olduğunu söyleyince Addâs’ın şaşkınlığı bir kat daha arttı.
Bunun üzerine Hz. Peygamber, Allah’ın Resulü olduğunu, Yunus’a ait haberi kendisine Allah’ın verdiğini, Yunus’un kardeşi olup, kendisi gibi peygamber seçildiğini anlattı. (M. Asım Köksal, İSLAM TARİHİ, c.5 İstanbul – 1987 s. 66 – 73)
Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sahibi yalancı olmaz. Ben inandım ki, sen Allah’ın
164
Resulüsün diyerek müslüman olan Addas; Peygamberimizle birlikte gitmek, onun yanında kalmak ve kendisine hizmet etmek, gelecek sıkıntıları göğüslemek istediğini arz edince Hz. Muhammet gülümseyerek:
-Şimdilik efendilerinin yanında kal. Az zaman sonra adım her yerde duyulacak. O zaman bana gelip katılırsın, dedi. (M. Sıddık Gümüş (Hazırlayan), Tam İlmihal SEADET – İ EBEDİYYE, 43. Baskı İstanbul – 1989 s. 331-Rahim Er, SEVGİLİ PEYGAMBERİM c.5 Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul-1990 s.121)
“(Hakikaten) Taif, müslümanlarca uygulanan, geniş çaplı kuşatmanın gücünü anlamakta gecikmedi…Sakif kabilesi, Hz. Peygamber’e bir heyet göndererek, Taiflilerin müslüman olduklarını ve bütün Arapların girdiği dine Sakif’in de girdiğini açıkladılar.
“Tebük savaşından sonra idi. Taifliler, müslümanların sandıklarından daha güçlü olduklarını görmüşlerdi. Böylece Sakif kabilesinin İslam’a girişi Hicrî sekizinci (M. 630) senede tamamlanmış oldu.” (Heyet, Doğuştan Günümüze BÜYÜK İSLAM TARİHİ c.1, İstanbul – 1986 s.530)
Hz. Peygamber’in müslüman olan ve kendisine katılmak isteyen Addas’ın teklifini, nazikçe reddetmesi çok şeyleri düşündürtmektedir.
Belli ki, onu kendi yüzünden zamansız bir tehlikeye atmak istememiş. Kendi yüzünden, işsiz kalmasına sebep olmamış. Olası bir işkence görmesine fırsat vermemiş. Belki de, onun karşılaşacağı zorluklar karşısında, tam bir direnç gösteremeyeceğini kalben keşfetmiş olsa gerek ki, yanına gelmesini, her bakımdan emin ve rahat olacağı, ileri bir tarihe bırakmıştır.
Zira, kendisi -şimdilik- her bakımdan müşkil durumdayken, bir başkasının da, hayatî sorumluluğunu, üstelik elinden, henüz bir şey gelmediği bir sırada yüklenmesinin doğru olmayacağını çok iyi biliyordu.
Ayrıca, bu ertelemesiyle Hz. Peygamber, Addas’a -herkesin yapamayacağı- “Azimet”i değil; -herkesin yapabileceği- “Ruhsat” yolunu tavsiye etmiş.
Bir bakıma Ehakk (en Hakk) yolu değil; Hakk yolu seçmesini öğütlemiş. Bazılarının yapabileceği, ince ve detaylı “Takva” yolunu değil; herkesin yapabileceği, Ana-Yol hükmünde olan “Fetva” yolunu göstermiştir.
Çünkü insanlar “Takva” değil; “Fetva” dairesine girmekle mükelleftirler. Kendiliğinden Takva’yı tercih edenler ise ancak tahsin edilir; yaptıkları beğenilir ve takdir görür.
Zira Hakk’da birleşmek mümkün. Ehakk’da zor. Hakk’da birlik olmak kolay. Ehakk’da güç. Yani asgarî müştereklerde birlik mümkün; her şeyde ve her hususta birlik muhal ve imkânsız.
Hakikaten, İmamı Azam Ebu Hanife’nin: “İyi davranışın da……..bir ibadet olduğunu” söylemesinde (Ekrem Sağıroğlu, İMAM-I AZAM EBU HANİFE, İstanbul-1998 s.123), Peygamber Efendimizce, köle Addas’a gösterilen, Hz. Muhammed’e has davranış biçiminin de güzel bir ifadesini bulmuyor muyuz?
Nitekim biri, Hz. Peygamber’e “Kendisini çok sevdiğini” tekrar tekrar söyleyince; her defasında: “Dikkat et! Ne söylediğinin farkında mısın?” şeklinde red cevabıyla karşılaşır.
O kişi, Hz. Muhammed’in, bu şekildeki son ihtarından sonra bile, ısrarla: “Evet Ya Resulallah seni çok seviyorum.” Deyince, Fahri Kâinat Efendimiz: “Öyle ise der, belâ ve musibetlere hazırlan!”
Demek ki, Hakk yolda hizmete tâlip olacak kimselere, nasıl bir “Ateşten Gömlek” giymek zorunda oldukları hatırlatılmalı. Bu yüzden uğrayacakları sıkıntılar karşısında pişman olacaklarsa, daha yolun başında, bu işten vazgeçmeleri, onlara nazikçe söylenmeli.
Çünkü dâvâ adamı:
165
“Lûtf u kahrı şey-i vahid bilmeyen çekti azab,
Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi.”
Diyen Niyazî-i Mısrî’nin sahip olduğu gibi, bir hâleti ruhiye içinde olmalı.
Velhasıl: “Kahrın da hoş, lûtfunda hoş. Senden gelen her şeye razıyız.” Diyenler,
Her şeyi Allah’tan bilip,
İnsanlarla yersiz çekişmeyi bırakanlar,
Allah’ın “Celal” ile “Cemal” isimlerinin tecellisini bir görenler,
Gelsin beri.
Yoksa.
Gölge etmesinler, başka ihsan istemez.
Kısaca insan, kendisini -ondan önce var olan- bir ortam içinde bulmuştur. Dolayısıyla -eğer beğenmeyecekse- bu ortamın varlığından sorumlu değildir.
Ona düşen -resmî olsun veya olmasın- her vasat ve ortamda, herkese karşı ve varsa resmî görevinde dürüst ve doğru hareket etmektir.
Öyle ise, içinde bulunduğu sistem ve rejim, ne olursa olsun -doğru bulsun veya bulmasın- “Devlet kalbe değil el’e baktığı”, Devlet’i düşünce değil eylem ilgilendirmesi gerektirdiği için, vatandaşa gereken davranış; ihtiyatlı, münakaşadan uzak, her söze aldırmaz, işine düşkün ve herkese dost olmaktır.