Bir kısım aydın, yazar ve çizerlerimiz ve bilhassa siyasîlerimiz; Demokrasi, Hürriyet, Serbestlik, Basın Özgürlüğü, İnsan Hakları derken; bu terim, deyim ve mefhumları mutlak / sınırsız, sorumsuz bir mânada anlıyor veya böyle algılamak istiyorlar.
Oysa bir şeyin nefsü’l-emrde / zatında yani aslında doğru olması başka, mukteza-yı hâle binaen / zaman zemin gereği olarak doğru olup olmaması başka bir şey.
Dolayısıyla bâzı aydınlarımızın yukarıda geçen mefhum ve kavramlarasırf mücerret / soyut olarak bakış ve düşünceleri;zâtında doğru fakat zaman zemin nokta-i nazarından yanlış.
Çünkü, bütün bu terim ve deyimlere, mutlak mânada sahip çıkılıp, son raddesine kadar tatbiki istenirken; araç amaçla karıştırılıyor. Bütün bunların vatan muhafazası, millet selâmeti ve devletin devamı için olduğu unutuluyor.
Vatan, millet ve devletin istiklâl ve istikbâl / geleceği âdeta mefhumlara feda edilmek isteniyor. Halbuki vatan, millet ve devlet onlar için değil; onlar bunlar için var. Yâni araçla amaç yer değiştiriyor. Amaç araca kurban ediliyor.
Türkiye; tam serbestlik, sınırsız hürriyet, mahza / sırf demokrasi adına, devletin ayaklar altına alındığı, Ordu’nun yerli yersiz yıpratılmak istendiği bir garip ülke görüntüsü veriyor!
Dünyanın hiçbir yerinde, bu kadar devletine ters düşen, ordusuna yan gözle bakan, polisine dudak büken, milletine üst perdeden nazar eden, dış politikasına “Hadi canım sende!” diyebilen, sözde aydınların bulunduğu, bu derece talihsiz bir ülke, herhâlde yoktur sanırım!
Şayet Türkiye, uçsuz bucaksız bir okyanusun ortasında olsa. Art niyetli, haset ateşiyle yanan komşuları bulunmasa. Dünyanın asırlarca idare edildiği stratejik bir coğrafya üstünde yaşamasa. Bütün dünya bu devleti söndürmek üzere birleşmese. Topraklarının bir kısmı bir kısmına peşkeş çekilmese. Elbette mücerret / soyut olarak, olanca anlamıyla tatbiki istenen bu terimlerin böyle anlaşılması yanlış sayılmazdı.
Bu terimlere sorumsuzca yapışanlar; Almanya, Fransa, İngiltere ve Amerika gibi devletleri örnek olarak gösteriyorlar. Halbuki bütün o gösterilen devletlerin hiçbirinde; birbiri aleyhinde, o ülkenin halkını kışkırtır mahiyette, gizli açık en küçük bir faaliyetleri olmadığı gibi -zaten o devletler de buna asla müsaade etmez.- Onların hür sanılan ve mutlak addedilen mezkûr mefhumları, kimse o devletin bölünmez bütünlüğü aleyhinde kullanamaz.
Nitekim Amerika’da bazıları buna teşebbüs edince, ânında nasıl üzerine gidip etkisiz hâle getirdiklerini; hepimiz -o zamanlar- gazetelerde ibretle okumadık mı?
İşte böyle bir “Washington’a göre, Türkiye’nin bütün dikkati ile eğilmesi gereken öncelikleri şunlar (olmalıymış):
“…’İnsan Hakları reformu ve fikir – ifade- örgütlenme özgürlüğünü güvence altına alacak demokratikleşme adımları, (yani) Güneydoğu’daki durum ve Kürt sorununa yönelik sosyal-ekonomik SİYASÎ AÇILIMLAR…’ ” (Yasemin Çongar, Türkiye’deki Bunalım ve ABD, Milliyet 23 Mart 1998’den naklen: Zaman 24 Mart 1998 s.9)
Evet, Washington’un sureti haktan görünerek “Demokratikleşme Adımları”ndan kastettiği -ne yazık ki dün de bugün de- “SİYASÎ AÇILIMLAR”dan başka bir şey değil! “Siyasî Açılımlar”dan neleri anlamak lâzım geldiği ve böyle bir sürecin Türkiye’yi nasıl vahim bir âkibete / sonuca sürükleyeceği ise, her türlü izahtan vâreste / uzaktır.
154
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı John Shattuck’ın: “Güneydoğu’da ve tüm alanlarda kültürel, SİYASÎ, dinî ifadeyi kapsayacak şekilde her alanda ifade özgürlüğü, daha az değil daha çok ifade özgürlüğü, bizim Güneydoğu mes’elesinde bahsettiğimiz diyalog şeklidir…” demesi.
“Güvenliği, sadece askerî yollarla koruyamazsınız!” gibi tehdit yollu, üstü kapalı beyanlarla Türkiye Cumhuriyeti’ni bütünlüğünden tâviz vermeye zorlaması.
Yine: “Daha fazla ifade özgürlüğü olduğu zaman, bu Türkiye’deki bütün unsurların ifade özgürlüğünü mü kapsayacak, yoksa sadece bâzı unsurlarınkini mi? Sanırım bu hepimizin yakından tâkip edeceği bir gelişme.” (ABD’den Demokrasi çağrısı, Ali Aslan / Washington (Zaman) Zaman, 16 Nisan 1998, s.4) şeklindeki ifadesi, Türkiye aleyhinde, nasıl bir beklenti içinde olduklarını göstermesi bakımından çok düşündürücüdür.
Tıpkı -bir zamanlar- Rusya’nın, Orta Asya Türkleri’ni idaresi altında tutmak. Onların bir ve bütün olarak karşısına çıkmasını önlemek. Onları ayrı devletler statüsü altında birbirinden kopuk ve hattâ birbirine düşman birer siyasî çerçeveye oturtarak “Böl ve yönet!” prensibiyle hareket etmesi gibi, Türkiye’ye de böyle kanlı bir kılıf hazırlamak istiyorlar.
Dün, bunu Osmanlı Devleti’ne karşı “Islahat” yaftası altında dayatanların; bugün, aynı şeyi “İnsan Hakları” kisvesi altında yaptıklarını unutmayalım.
Çünkü:
“Türkiye Gerçeği”
Asla affetmez gafleti!
155 – 157