Oslo’da MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la PKK üst düzey yöneticilerinin görüşmesi ve 7 Şubat 2012’de Fidan’ın savcılarca ifadeye çağrılmasıyla başlayan, 2013 yılı Ekim ayında dershanelerin kapatılması sürecinde hızlanan ve rüşvet-yolsuzluk olaylarının ortaya çıkmasıyla doruğa ulaşan “İktidar- Cemaat” kavgası, son günlerde yeni bir boyut kazandı.
17 Aralık 2013’te Bakan çocuklarının rüşvet ve yolsuzluk iddiasıyla önce gözaltına alınıp sonra tutuklanmaları sonucu Cemaat, başta Başbakan ve parti sözcüleri ile yandaş medya yazarlarının boy hedefi oldu. Cemaate yapılmadık suçlama kalmadı: “Cemaat devleti”, “terör örgütü”, “paralel devlet”, “casus teşkilatı” ve “darbeci cunta” … Başbakan iyice öfkelendi ve “inlerine gireceğiz” bile dedi. Hocaefendi de ” haksızsak bizim, karşı taraf haksızsa onların yuvalarına ateş düşsün, birlikleri bozulsun” diye beddua etti.
Bu iki güç on bir yıldır müttefikti, birçok konuda birlikte hareket ettiler, birbirlerine destek oldular. Ama özellikle bir gazetenin 28 Kasım 2013 tarihli nüshasında, 25 Ağustos 2004 tarihli “Nurcuları ve Fethullah Gülen’i bitirme kararı” konulu MGK kararının belgesini açıkladıktan sonra büyü bozuldu, bütün köprüler atıldı. Hele bir de fişlemelerin 2013 yılında bile devam ettiğinin belgelendirilmesinden sonra tarafların birbirlerine hiç güvenleri kalmadı. Son on beş gün içinde birbirlerine söylemedikleri bırakmadılar. Tabii ki, iktidar tarafı devlet gücüne sahip olduğu için Cemaatin üzerine bütün gücüyle yüklendi. Başbakan günde üç beş meydanda Cemaat için ağzına geleni söyledi. Hatta dış güçlerle(ABD-İsrail) işbirliği yapmakta suçladı. Cemaat de sahibi olduğu televizyon ve gazetelerde kendini savunsa da, hükümetin elindeki devlet gücü karşısında zayıf kaldı.
Başbakan, en başarılı mücadele yönteminin taarruz olduğunu düşünerek, olabildiğince Cemaate saldırıyor ve aynı ifadeleri değişik ortamlarda ve yandaş medyada günde üç beş defa tekrarladığı için taraftarlarını da büyük ölçüde inandırıyor. Artık onlara göre, yargıdaki hükümet çevresinde odaklanan rüşvet ve yolsuzluk iddiaları, -AKP’ye de değil- Başbakan’a Gezi olaylarından sonra yapılan ikinci suikast girişimidir. Son günlerde devreye özellikle bazı Saidi Nursi talebeleri ve din adamları da sokularak, Cemaate din üzerinden de vuruluyor.
Başbakanın Başdanışmanı ve AKP Milletvekili Yalçın Akdoğan 24 Aralık 2013 tarihinde yayımlanan yazısında Cemaat için ‘Kendi ülkesinin milli ordusuna, kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını, amaca ulaşmak için her yolu mübah görenlerin nasıl hastalıklı anlayışlar ürettiğini…’ şeklinde ifadeler kullanmıştır. Böylece ülkemizi üzen ve TSK’ya karşı bir komplo olarak görülen Balyoz ve Ergenekon davalarının sorumluluğu da cemaate ihale edildi. Halbuki, o tarihte de AKP iktidarda ve Cemaatle ittifak halinde olduğuna göre, bu iddia ne kadar inandırıcı olabilir.
Başbakan, en başarılı mücadele yönteminin taarruz olduğunu düşünerek olabildiğince Cemaate saldırıyor ve aynı ifadeleri değişik ortamlarda ve yandaş medyada günde üç beş defa tekrarladığı için taraftarlarını da büyük ölçüde inandırıyor. Artık onlara göre, yargıdaki hükümet çevresinde odaklanan rüşvet ve yolsuzluk iddiaları, -AKP’ye de değil- Başbakan’a Gezi olaylarından sonra yapılan ikinci suikast girişimidir.Halbuki davalar görüşülüp ordumuzun değerli komutanları birer birer mahkum edilirken Başbakan Yardımcısı Arınç”Türkiye bağırsaklarını temizliyor” dememiş miydi?
Başbakanın çevresi ve yeni kabinenin şahin bakanları, basındaki yandaşlarına Cemaatin bürokratları ve bürokraside örgütlenmeleri ile bilgileri sızdırmaya başlayınca cemaat iyice köşeye sıkıştı. Etrafa, yakın bir gelecekte Cemaate ve onlara gönül vermiş bürokratlara karşı bir cadı avı başlatılacağı algısını yaydı. Bakan çocuklarının ve Halk Bankası Genel Müdürünün yatak odalarındaki para kasalarında ve ayakkabı kutularında bulunan milyon dolarlar, eurolar gözlerden uzaklaştırılıp, dikkatler Cemaatin üzerine çekildi.
Son günlerde bazı belirtiler, Cemaatin alttan almaya başladığını ve geri adımlar atmaya başladığını gösteriyor.Önce Cemaatin önde gelen sözcülerinden Hüseyin Gülerce önce 25 Aralık 2013’teki yazısında”Hüseyin Gülerce olarak bir oyum var. AK Parti adayına oy vermeyi düşünüyorum.” Yangın, hâlâ söndürülebilir” diyerek iktidara beyaz bayrak salladı. Yine bu yazısında Başbakanın yetmiş beş milyon kişinin Başbakanı olduğunu düşünerek bu gerilimi düşürmesi gerektiğini belirtti.
Gülerce 28 Aralık 2013’te de twitter hesabından şu twitleri atarak iktidara beyaz bayrak sallamaya devam etti: “Yargıdaki direncin hukuk ve adalet adına yapıldığına inanmıyorum. Savcılar ellerinde kağıtla inip bildiri okuyorsa bu davranış militanlıktır./Başbakan Erdoğan hakkında içeriden dışarıdan tertip yapılmasını bir millet evladı olarak hazmedemiyorum, kabullenmiyorum./Başbakan, gidecekse ya AK Parti kongresinde delegenin iradesiyle gider… Ya da sandıkta seçmen iradesiyle gider…/Benim ülkemin Başbakan’ını yabancılar gönderemez. Demokrasi adına, insaf adına, vicdan adına tertiplere, provokasyonlara fırsat vermemeliyiz”.
Cemaatin alttan almaya ve geri adımlar atmaya başladığının başka göstergeleri de var.Zaman gazetesi yazarlarından Ali Bulaç’ın 28 Aralık 2013 tarihinde yayımlanan “Mü’minler Kardeştir” başlıklı yazısında dindarların kavgasının kendilerine zarar vereceğini belirterek bu kavganın sonlandırılmasını istemesi, AKP’den istifa eden Hakan Şükür’ün 30 Aralık 2013’te Bugün televizyonunda yayınlanacak istifasının gerekçelerini açıklayacağı röportajının son anda yayından kaldırılması ve Cemaat yanlısı televizyonlarda her gece yapılan siyasi oturumlara bir müddettir ara verilmesi de Cemaatin beyaz bayrak sallamasının devamıdır.
Bu beyaz bayrak sallamalara Başbakan, 27 Aralık 2013’te Atatürk Havaalanında yaptığı konuşması sırasında “Vur vur inlesin/Cemaat dinlesin” diye tezahürat yapan taraftarlarını susturup bir davaya gönül verenlerin suçlanamayacağını söyleyerek olumlu cevap verdi.Bununla da kalmadı, son günlerde yaptığı konuşmalarda “Fethullah Gülen’le Cemaati”, “Cemaatle bürokratlarını” birbirinden ayırdı. Açıkçası Başbakan, Cemaate gönül veren vatandaşları okşayarak desteklerini sürdürmelerini itiyor, Cemaate gönül veren bürokratları da korkutup sindirmeye çalışıyor. Aynı zamanda da yapılan hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvet olaylarını, siyasilerin yargıya yaptıkları müdahaleleri gündemden düşürüyor.
Görülen şudur ki, Cemaat bu savaşta korkutulmuş ve geri adım atmaya başlamıştır. Hükümetin Cemaatle bürokratlarını ayrıştırmasının sebebi, 2014 ve 2015’teki seçimlerde Cemaatin oyunu alabilmektir. Fakat “paralel devlet” dediği Cemaatin emniyet ve yargıdaki taraftarlarını da bertaraf etmeye devam edeceğinin sinyallerini alıyoruz.İktidar, seçimlerde Cemaatin pek büyük etkisinin olmadığına karar verirse, tamamını bertaraf etmeye yönelecektir. Cemaatin savaş baltalarını gömmeye çalışması, bu savaşın durmasını sağlamayacaktır. Bu savaşın sonunda her iki taraf da yıpranacak, en çok da geri adım atan taraf zarar görecektir.