Nursi “cemaat”ten neyi anlıyordu?

136

Said Nursi “cemaat”ten “ümmet” kavramını anlıyordu. “Millet-i İslam” ya da İslam ümmeti neyse, onun cemaatten kastı da oydu. “Cemaat” onun gözünde kendi haricindeki her kesimi dışlayan, tekel oluşturmak isteyen bir “sosyolojik” vaka değildi.

Nursi’nin kullandığı anlamıyla “cemaat” zaten ideolojik çağrışımları olmayan, “cem olmak” yani “birlik” bilincini işaret ediyordu. Bu birliğin karşıtı ise, “millet-i küfür” idi. Arkasından “ehl-i dünya” yani dünyevi yaşamı benimseyenler ve ateistler geliyordu. Ateizm konusunda Nursi, hayatı boyunca dehşetli bir cephe almıştı. Risalelerin gücüne öyle inanıyordu ki, bir Risale talebesinin bir yerdeki varlığı oranın fethi için yeterli olabilirdi. Ayrıca ümitliydi de: bir yanda Risale talebeleri vardı, diğer yanda Risale talebesi adayları.

Paramparça olan Osmanlı’nın çöküşünü gördüğü için de Batı’ya karşı bu birlik hayati öneme sahipti. “Eski Said” olarak siyasetle yakından ilgilenmesi bu nedenleydi. Said Nursi, hayatının evrelerini üçer ayırmıştı.  “Eski Said”, “Yeni Said” ve “Üçüncü Said.”

Nursi 45 yaşına kadar olan hayatını “Eski Said” dönemi olarak ifade etmiştir. “Eski Said,”in algısında İslam’a hizmet için siyaseti kullanmak vardı. Bu dönemde, okudukları ve yaşadıklarını yorumlama ağır bastı. Hem Osmanlı ve TC dönemindeki gelişmeler ve siyasi karmaşalar bu fikrini değiştirmesine neden oldu ve siyasetten el çekti: “siyaseti, gazeteyi ve sigarayı” bırakmıştı.

Eski Said’in “Yeni Said”‘e evirilmesinde, Said Nursi’nin, siyasette yaşadığı sıkıntılar yanında Abdulkadir Geylani’nin etkisi oldu. “Gaybın Fetihleri” isimli eserin bu kararda esaslı bir etki yaptığı ifade edilir. Ayrıca Eski Said, “iman hakikatlerini” anlatırken pozitif bilimlerin delillerini İslamî konulara açıklamada kullandı. Nursi, Eski Said ile Yeni Said dönemlerini özetlerken “Eski Said, daha ziyade akli gidiyordu, Yeni Said ise ilhama da mazhardır, akıl-kalp ittifakıyla hareket eder” demiştir.

Yani Nursi bu dönem aklın verileri ile nakil (yani Ayet ve Hadisleri) vasıtalarını açıklarken, bu dönem tasavvufla buluşmasına vesile olmuştur. 1948’deki Afyon hapsinden sonraki hayatını ise “Üçüncü Said” dönemi olarak ifade etmiştir. Bu dönemden sonra da Demokrat Parti’ye destek verdiği bilinmektedir. Bu dönemdeki cemaat algısı da Tek Parti dönemine yönelik birlikte hareket etme algısıdır.

Yani Nursi’nin “cemaat” algısı temelde “birlikte” hareket esasına yönelikti. Değişen zamanlara göre de cemaat hedefleri değişti. “Cemaat” gereksinimi birinci aşamada Batı’ya, ikinci aşamada Abdülhamit’e karşı “hürriyet” ve Meşrutiyet için vardı. Sonraları Cumhuriyet’in kurulması ile yaşadığı hayal kırıklıkları, devrimler ve Mustafa Kemal’e karşı oldu.

Açacak olursak önceleri cemaatin “ötekileri,” Müslüman olmayan, ya da “Batı” diye adlandırılan kesime karşı bir birlik hükmündeydi. Bu anlamda Osmanlı dönemindeki “Daru’l İslam” ve “Daru’l Harp” ayırımına benziyor ve Müslümanların ittifak etmesini istiyordu. Müslüman ülkelerin bu noktada zayıf kaldığını Batı’nın ise iyi becerdiğini ifade ediyordu. Hatta Risalelerinden birinde Nursi, ittifak etme isteğinin Batı’da onların zayıflıklarından kaynaklandığını, hâlbuki Müslümanların “iman”larından dolayı kendilerini güçlü hissettiklerini ve bundan dolayı “birlik” kuramadıklardan dem vuruyordu. “İhlâs ve uhuvvet” bu noktada temel değerlerdi. Sonraki cemaat algısı siyasi olarak ülke içindeki bazı gelişmelere karşı olmuştur.

Nursi “zamanın evladı” olarak fikirlerini anlatıyor, etrafındaki talebeleri Osmanlıca olarak yazıyor ve çoğaltıyordu. Farklı dönemlerde yaklaşımlarında değişimler oldu, ancak “cemaat” algısı değişmedi. (Bu nedenle eski, orta ve “yeni Said” dönemleri ayrı ayrı çalışılmaya muhtaçtır.) Nursi, Osmanlı zamanındaki yozlaşmış tarikatları ve benzeri kurumları da görüyor ve tarikatların aslında fırka mantığına dönüştüğünü ve tefrika unsuru olduğunu “Eski Said” döneminde siyasetle derinden uğraşmasına rağmen hoş görmüyordu. Zaman bundan dolayı “cemaat” zamanıydı. Tarikatların birleşmesi İslam ümmetinin birleşmesi ve “küffar”a karşı durabilmesi anlamına geliyordu.

Duruş itibariyle Nursi, zamanındaki “hürriyet” fikirlerinden esinlenmişti. Bu hürriyet kavramının bireysel özgürlüklerden çok milli bir özgürlük tasavvurudur. Ancak Nursi tavırlarında bireyseldi ve “Ulu’l Emr” kavramının onu çok bağlamadığı da Abdülhamit’e karşı tavırlarında ve sonrasında Mustafa Kemal’e karşı duruşunda görmek mümkündür.

Nursi, Sultan Abdülhamit’in “İslam Birliği” düşüncesine yakındı. Ancak Abdülhamit’in baskıcılığını şiddetle ifade etmiş ve karşı durmuştur. Selanik’te Meşrutiyetin İlanı’ndaki kutlamalarda Abdülhamit’in müstebit tavırlarını yerden yere vurmuştur. O dönemde “hürriyet” algısı hükümet veya Saltanat’ın baskısından uzak olmak anlamındaydı. Nutuklarında hürriyet’in gelmesinden önce “gebermiş istibdadı muhafaza için şeriat meselesinden geri adım atılmış” olduğunu söylerken kastı, İslam’ın hürriyete önem verdiğini ifade ediyordu. “Sivil İtaatsizlik” tavrı Nursi’de ağır basan bir karakter özelliği olarak ortaya çıkıyordu.

Yerli-yabancı yüzlerce okulun açıldığı Abdülhamit döneminde Zehra Medrese’sinin Doğu’da açılması ve bu üniversitede dini ve pozitif bilimlerin öğretilmesi fikrini o dönemlerde olgunlaştırdı. Kürtlerin “herkesten çok adalete muhtaç ve medeni olmaya müsait” olduğunu ve eğitim almaları gerektiğini düşünüyordu. Abdülhamit’e verdiği bir dilekçe zamanında o kadar aksi tesir yaptı ki, Nursi Abdülhamit emriyle önce akıl hastanesine sonra da hapishaneye gönderildi. “Yaşasın zalimler için cehennem!” haykırışının temeli o dönemdir.

Said Nursi ve “Simulacra” (1)

Ülkemizde Said Nursi ve Nurculuk konusu en netameli konulardandır.  Bu nedenle, Nursi’ye dair yazmak ya mutlak bir tahkire ya da mutlak takdire mazhar olacaktır. Aslında aynı şeyi Osmanlı-Cumhuriyet, Necip Fazıl-Nazım Hikmet ekseninde de görmek mümkündür.

Çoğu zaman ötekine vurmak için berikini yüceltmek garabeti Türk kültür ve kült hayatının yapı taşlarındandır. İşin ilginç yanı, Mustafa Kemal Osmanlı’yı Osmanlıcılardan, Necip Fazıl Nazım Hikmeti Türk solundan daha iyi okur ve anlardı. Akif ve Neyzen Tevfik arasındaki farklar da onları hasım yapmadığı gibi, aynı medeniyetin farklı tayflarının barışıklığını ifade ediyordu.

Algılama ve yorumlamadaki sıkıntıların özünde ülkemizde Das Kapital ve Komünist Manifesto okumadan sosyalist; Risaleleri okumadan Nurcu; Nutuk ve onu yazdıran tarihsel arka planı umursamadan Kemalist ve anti-Kemalist; Üç Tarz-ı Siyaset ve Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak gibi eserleri okumadan milliyetçi veya anti-milliyetçi; Burke, Mill ve Hayek bilmeden liberal olmak yatmaktadır. Buna Kur’an-ı Kerim ve mealini okumadan “İslamcılık” yapmayı da eklemek mümkündür. Hatta bazı sürümlerde “insanların sapıtması endişesi” ile mealler yasaklanır.

Okunanların çoğu “dava” içindir. E, ortada dava olunca, okunan da silah hükmünde, kelimeler kurşun tarzında olmaktadır. Hâlbuki her kitap kendince bir mahbestir; hepsine girmek, ama çıkmak da lazımdır. Çıkamadığız zaman biri hapseder, ama içerdeki mumlar güneş ışıkları gibi gelir. Okumak eylemi, okunandan çıkan yorumla aslında yeniden yazma gibidir. Ancak “ötekine” cevap vermek için yapılan okuma ötekinin sorduğu soruyla kendini sınırlar. Artık kitap da, okuyan da farkında olmadan öteki için okumakta ve aslında öteki olmaktadır.

Daha da vahim olanı, karşı mahallenin eleştirilen yönlerini anlatırken, aslında o mahallenin özelliklerini zamanla içselleştirmek en sık rastlanan çelişkidir. Çünkü çoğu zaman sorun hakkaniyet ve adalet değil, “sistemden” şikâyet değil, sistemin musluklarının “bize” akmamasıdır. Angel Heart filmindeki gibi, sonuçta katili arayan dedektif aslında katilin kendisi olduğunu fark eder; kabileler ve kültler arası savaşım öylesine bir bumerang etkisi yapar.

Ülke içindeki fikirlerin çıkışı, yanılsaması, yakınsaması ve içselleştirilmesinin nedenleri tarihten ve diğer ülkelerden soyutlanarak ele alınır. Tarihsel olarak öncül-ardıl kalktığı gibi, cümle ya da paragraflar hatta kitaplar arası öncül-ardıllar da kalkar. Bağlamdan çıkarılan fikirler, başkalarını bağlamak için urgana benzemeye başlar. Bütüncül bakış olmayınca, ağaç orman olur; orman da idam sehpası.

SSCB, halkını kendine bağlı tutmak için TV’de hep “öteki dünyanın” aç olduğunu gösterirdi. Kapitalist Blok da SSCB diye çöplükten ekmek toplayanları temsil için kullanırdı. İki ayrı sistem, biz ve ötekiler sendromuyla uyutuldu. Her ikisi de uyandığında geç olmuştu çünkü olan uykuya uyanışa dönmüştü. Arkasından Elveda Lenin ve Ferrarisini Satan Bilge geldi; birisi kapitalizme hayran ama SSCB nostaljisi devam ettiriyordu, diğeri de kapitalizmden kaçarak Uzak Doğu’ya sardırmaktan bahsediyordu.

NLP araştırma ve kitaplarının piyasada tufan etkisi boşa değildi. Hem bilgisayar hem ekonomik terimler insan ve toplumun mekanik tasarımları ifade eder oldu. “Kendini resetlemek, formatlamak”tan tutun, “insan sermayesi”nin önemine kadar. Komünist sistem idari olarak insanları kendi içine hapsetti; kapitalist sistem de görüntü ve teknoloji ile. Bu nedenle, “dışarıdan gelen fikirlerin içerideki yorumu gelen fikirlerin yerel delillerini toplamak suretiyle ya da yerel farklar gözetilmeksizin mutlak gerçekler gibi algılandı.

Said Nursi ve “Simulacra” (2)

Ülkemizde münferit yazar, özellikle dini konularda yazan gerçeğin yegâne imbiğidir. Hakikati o damıtır;  diğerlerine düşen sadece damıtılmış gerçeği ılık ılık içmektir. Dini konularda yazınca yazarın kendisi de adeta bir dogmatik kutsallığa bürünür; dini anlatırken, yazanın kendisi tartışılmaz ve adeta dini bir kutsal olur. Ve öldüğü zaman da yeri “doldurulmazdır. “

Hz. Peygamber’e bile peygamberlik kırk yaşında gelmişken, onun “söyledikleri kendiliğinden değil, Allah’ın ona anlattıkları”ndan “ibaretken,” mezhep imamları bile içtihat ettiğinde “doğrusunu yine de Allah bilir, ama benim kişisel fikrim budur” derken, dini konularda yazanlar birden anlattığı kutsallar kadar kutsallaşır. Artık ondan sadır her kelam bir gerçek hükmünde olur. Hem de dinin öğretilerine rağmen!

TGRT yayınlarında “evliyalar” diye, üstelik çoğul olarak ifade edilen evliya kerametleri nerdeyse Hz. Peygamberin mucizeleriyle boy ölçülmeye başlar. Hele bir de “seyyid” unvanı alınmışsa ardından, keramet “ruhsatı” verilebilir. Ancak burada da sorun “mehdilik” ve “reformculuk” unvanlarının paylaşımında çıkar. Tarih yazımındaki mitolojik boyut, dini meselelere de sirayet ederken, yine “İslam’ın akla en uygun din” olduğu gerektikçe ifade edilir. Tarihsel “mehdiler” dini  “mehdiler” arasında oluşan tercihleri de gerçek değil, gündelik çıkarlar tayin eder. Bu nedenle ihtiyaca binaen gerçekler “üretilir” ve insan aklıyla alay edercesine, dün bugün olur, bugün dünden ibaret kalır.

“Karşı” mahalleye dair bilgiler de çoğu zaman karşı mahalleye düşman olanların süzgecinden okununca mesele daha bir içinden çıkılmaz hal alır. Sonuçta bireysel kimliklerinde güzellikleri, duygudaşlık derinliği olan ülkemiz insanında “mahalle” zırhı” giyince “karşı mahalleyi” düşman gören, burnundan soluyan kültürel getto yapı taşları oluşur. “Biz” ve ötekiler oluşmuştur artık. Siyasal partilerin bile fırka olduğunu iddia ederek İslam’ın birliğini iddia edenler kendileri dinin vasıtalarıyla din içinde ayrı dini bölünmelere vesile olurlar. “Biz” zaten “biz”izdir; mesele ötekileri bizleştirmekten ibarettir.

Bunun nedeni, kendi mahallesine karşı kör, öteki mahalleye karşı ise militan, kartal bakış tarzında ortaya çıkan bir tür keskinlik, duygusal ya da düşünsel otizmdir. Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine geçişte Cumhuriyet aleyhine delil toplarken, aslında Cumhuriyet’in yüzyıl öncesinde Osmanlı’ya dayandığını unutmak bunlardan biridir. Osmanlı’yı yerden yere vurmayı müzmin bir gıda zehirlenmesine dönüştürürken Mustafa Kemal’in Osmanlı subayı olduğunu unutmak da böyledir.

12 Eylül sonrasında ve 28 Şubat sürecinde darbecilerle işbirliği yaparak yük boşaltan kesimlerin gerekçeleri haklı olurken, aynı dönemde yine çıkarları için işbirliği yapanlar olabilmesi, günah çıkarmaya davet edilmesi de böyledir. Ancak unutmamak gereken şey, Kazancakis’in Günah’a Son Çağrı filmindeki gibi, şeytana karşı zafer kutlama anları aslında Şeytan’ın zaferini ortaya çıkarmaktadır. Gerisi vicdanı amuda kaldırmaktan, sonra da gerçeğin cüzünü kullanarak bütününü gizlemekten ibaret bir büyük bir aldatmaca olmaktadır.

Nesnellikten bahsetmiyorum; o zaten yoktur. Kastım çarpıtmalar ve okuduklarını anlatmak değil, okudukları üzerinden kendini anlatma çabalarıdır.  Sonuç olarak, takdir edilen tarihsel olay ve şahsiyetler “simulacrum” yani “suret”ten ibaret kalmakta ve yazdıkları, yaşadıkları, düşündükleri anlamdan soyutlanarak adeta birer kabile totemi haline gelir. Suret’in aslı ile suret arasındaki ilişki değişkenleşir; asıl olan kaybolur ve meydan suretlere kalır.

Suretin hakikatine ancak kıyaslama yaparak olaylara ve metinlere yaklaşımla, onları meydana çıkaran tarihsel şartlarla, beslendikleri kaynaklarla, siyak-sibak ilişkisinin yönü ile mümkündür. Diğer bir konu da ne Mustafa Kemal, ne Nursi ne de Marks, Hayek, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet doğduğundan itibaren hep yanı kalmıştır. Şartlar ve yılların getirdiği olgunlaşma veya yozlaşmalar insanların genel bir eğilimidir. Hem olgunlaşma hem de yozlaşmayı tayin eden sadece suretlerin inkişafı değil, onları okuyan takip edenlerin “inkişafıdır.”

Bireysel gerçek algılaması olmayınca, ortaya kitlesel algıların suretleri dökülür. Genelleme ve sterotip oluşturmaları da eklenince hem kendi mahallemiz hem de öteki mahalle “monolitik” algılanmaktadır. Oysa gerçeği ancak farklı sübjektivitelerin yan yana koymasıyla mümkün olmaktadır. Objektif bakış yerine sübjektif “hakkaniyet” esas alınacak olursa, gerçeklere daha yakın duracağımızı sanıyorum.

(“Bilgi” dediklerimizin felsefi anlamda başka insan ya da kültür ve nesilden, başkasından aktarma tecrübe, eğitimle ve hiçbir zaman genellemeden kurtulamayacağını; “kültürlenme” eyleminin de hiçbir zaman “ideolojiden” uzak olmadığını akılda tutarak; vicdan’ın en saf haliyle bile, kültürlenme ve eğitimle ile istikamet bulduğunu ve kültür mantarının bile aslında doğal mantardan farklı olduğunu da unutmadan!)

Diğer bir usul de farklı mahallelere uygulanan ölçülerin kendimize de aynı şekilde uygulanması ve kendi sübjektifliğimiz değişken olsa bile ölçümde kullandığımız mikyasların aynı kalması gereğidir. Mesela, askerin yaptığı yanlışa karşı, polisin yaptığı yanlışın yanında olmak ve ona suskun kalmak; “dindar” yapınca susmak, “laik” yapınca onaylamak ya da tersi; Risaleler‘de geçiyorsa onaylamak, ama Nutuk‘ta geçiyorsa eleştirmek; Arapça yazılıysa onaylamak, Türkçe yazılırsa reddetmek; Türk yapıyorsa kınamak; Kürt yapıyorsa susmak vb. gibi. Yine unutmadan ifade etmek lazımdır ki, üzerinde en çok konuşulan şeyler çoğu zaman en az bilinen şeylerdir.

Bir milletin “karışık” olduğundan dem vururken diğerini “saf” olarak algılayacak aslında ırkçılığı kınarken, ters cepheden ırkçılık yapmak da böyledir. Yani yapılan çoğu zaman anti-ırkçılık değil, anti-ırktır. Aidiyetlerimizle gelen bir tür körlük de budur. Din, etnik, sosyal, ekonomik ve cinsel aidiyetlerin yüklediği mükellefiyet veya reflekslerdir. Doğu-Batı algıları da aynı anlamsız tasnifi ifade eder çünkü Doğu Batı’da, Batı Doğu’dadır. Hemen her şey de olduğu gibi, gerçek algısını şirazeler belirler.

Tarihsel “hitabe”lerin muhatapları da aynı şekildedir. Mustafa Kemal’in Gençliğe Hitabesi’ni, Necip Fazıl’ın Gençliğe Hitabesini, Göktürk Anıtlarındaki Kültigin’in hitabesini, Martin Luther King’in “Bir Hayalim Var!” konuşmasını ve Hz. Peygamber’in Veda Haccı Hutbesi’ni düşünelim. Herkesin hepsinden alacakları vardır; ancak mesele “alınacak” şeylere yoğunlaşma yerine muhatap kitleleri ya hasım ya da ideolojik taraftar dayanışmasına dönüşünce, söylenenler anlamından uzaklaşmakta ve güncel kavgaların tarihsel hesaplaşmasına dönüşmektedir. O nedenle “tarih”-ki bir anlatıdır-hale, hal de tarihe galebe çalmak çabasındadır. Çünkü tarihi aslında tekerrür ettiren, olayların kendisi değil, tarih üzerinden yeni gerçek ve çıkar paylaşımlarının oluşturduğu “suretler”dir.  Suretler üzerinden yaptığımız kavgaya da “biz” demokrasi” diyoruz.

Said Nursi ve “Simulacra” (3)

Said Nursi 1876’da Bitlis’in Nurs köyünde Osmanlı Devletinin bir vatandaşı olarak doğdu; 1960 yılında Şanlıurfa’da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak vefat etti. Değişen zamanların etkilerine maruz kalan Nursi’nin pek çok “simulacrası” yani suretleri vardır. Bu suretlerin bir kısmı Nursi’nin kendi anlattıklarıyla ilgilidir; bir kısmı da onunla ilgili anlatılanlardan sadır olmuştur. Nursi üzerinde yaşadığı dönemlerin etkisi kadar, etkilediği dönemler de ayrı inceleme konusudur.

Nursi’nin suretlerinin bir kısmı Nursi’nin yazdıklarından kaynaklanmaktadır. Nursi’nin piyasadaki eserleri farklı yayınevleri arasında farklılık arz etmektedir. Bazıları Külliyat’ın tamamının “orijinal” haliyle sadece kendilerinde olduğunun iddia eder. Onlara göre, Nursi’nin bazı eserleri diğer yayınevleri tarafından hem eksik basılmıştır hem de eserlerin bazı kısımları “sakıncalı olabilir” endişesiyle çıkarılarak basılmıştır. “Sakıncalar”dan dolayı her yayınevinin basmadıkları arasında siyasi olanlar kadar, “Bâtıni” mahiyette olan kitaplar ve pasajlar da vardır. Külliyat’ı oluşturan kitapların yazı fontları dahi bir “işaret” olarak algılanabilmektedir.

Ayrıca, Külliyat‘ın istinsah (elle yazım) aşamalarındaki bazı sıkıntılar vardır. Yani farklı “abilerin,” farklı elle yazılan ve çoğaltılan farklı nüshaları ortaya çıkmıştır. Külliyatın dilindeki bazı sıkıntılardan dolayı Latin alfabesine aktarmada sıkıntılar da olmuştur. Daha önceleri -mesela Necip Fazıl tarafından–teklif edilen, şimdilerde bazı kesimleri karşı çıktığı “sadeleştirme” ise ancak kısmen yapıldığı ve Külliyatın diline de adeta kutsallık atfedildiği de vakıadır. (Oysa farklı dillere yapılan tercümelerde böyle bir sıkıntıdan söz edilmemektedir.  Eğer sadeleştirmede kayıplar söz konusu ise, tercümede daha da fazla olacağı açıktır. Ancak bu durum Külliyat’ın tamamını değil, öncelikli olanları tercüme etmek şeklinde olmaktadır.)

Nursi’nin vefatından ayrışmalar yaşandığında bu konuda da ayrışmalar oldu.  Nurcu “Yazıcılar” bugün dâhi Külliyat’ı elde yazarak çoğaltmaya devam etmekte, “Okuyucular” cemaati de Külliyatı Osmanlıca harflerle okumayı daha faziletli bir hizmet olarak telkin etmektedir. Yazmak ve okumak bizzat kendisi tarafından teklif edilen vecibelerden olmuştur. “Ahiret kardeşlerine mühim bir ihtar! İki maddedir. Birincisi risale-i nur’a intisap eden zatın en ehemmiyetli vazifesi onu yazmak yazdırmak ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan ve yazdıran risale-i nur talebesi unvanını alır ve o unvan altında yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa bazen daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımda hissedar olmakla beraber benim gibi dua eden kıymettar binlerce kardeşlerim ve risale-i nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olurlar.”

 

Daha önceleri “fitne” endişesi ile karşı çıkılan sadeleştirme işlemi yerine Külliyatın “aslını” muhafaza etmek, ama sözlük ya da bir tür okuma ve anlamayı “kolaylaştırma” çabası ağır basmaktadır. Çünkü kendileri açık ifade etmeseler de, bazı Nurcu kesimlerde Külliyat’ın anlattıkları kadar üslubu da “kutsal”lık arz etmektedir. Üslubun kendisi kadar muhtevasının da önem taşıdığına inanılmaktadır.

“Kur’an-ı Kerim meal, tercüme ve tefsirlerinin” bile yapıldığı halde, Külliyat için sadeleştirmeye karşı çıkılması tepkiler almaktadır. Ancak Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal tarafından Kur’an-ı Kerim’in tercüme ettirilmesinin Kur’an-ı Kerim’i, Arapça bilmeyenler için “anlaşılır” kılmak yerine, tam tersine ona karşı bir “olumsuz” hava oluşturmak amacı güttüğüne dair yaygın inanç bazı kesimlerin zikrettiği bir konu olup, aynı şeyin Risaleler‘in başına geleceğine dair bir muhalefete yol açmaktadır. Külliyat basımında kimin “asıl” yetkili olduğu da ayrı bir konudur.

Diğer İslamî kesimlerde Kur’an-ı Kerim ve hadisleri esas alan okumalar vardır. Buna meşrebe göre, meal de eklenebilir. Geleneksel Nurculukta ise bir “abi” rehberliğinde Risale okumaları yapılır. Külliyat’ın sadeleştirilmesindeki endişelerin temel nedeni, Risaleler anlaşılır hale gelince oluşacak bir kaç tutumdur. Birincisi, bugün Risaleler bireysel okumalardan çok cemaat oluşturma bilinci doğrultusunda bir rehber doğrultusunda okunmaktadır. Okumaların yapılması için düzenli buluşmalar gerekmekte bu da cemaat içinde iletişim vesilesi olmaktadır.

Böylece, bireysel okumalarla gelecek farklı yorumlara ve evde kalıp cemaat bilincinin azalmasına engel olunmaktadır. Zaten cemaat için, anlamak değil, “okumak” asıl “şiar” olarak algılanmaktadır. Her nasılsa, “anlaşılmasa da” okunması zamanla insanın şuur altına inecek bir anlama sürecine dönüşecektir. Öte yandan, Gülen’in yıllar önceki ifadesiyle, Türkiye’de Risaleleri “tam anlamıyla okuyup-anlamış” “beş kişi” bile çıkmamıştır. Yani asıl mesele “çözücü” mahiyetinde kişilerin düzenli aralıklarla belirli bir cemaat grubuna okuması ve okurken anlamaktan çok, Risaleleri ve yazarını yüceltmesi gerekmektedir. Yani Risaleler bir “network” oluşturma vesilesi olmaktadır.

Nursi’nin hem bilimsel hem de dini okumalarındaki usul de onun suretlerinden birini oluşturmaktadır.  Öncelikle, Nurcu kesim Risalelerde olan bilimsel ve dini konuları ancak Risalelerle kaim olmuştur tarzında algılar. Doğal olarak da, Risaleler’de “alyuvarlar” ve “akyuvarlardan” bahsedince bile, “Üstadın taa o zamanlar bu konulardan bahsetmesi” toplu bir hayret ifadesine dönecek ve topluca ikrar edilecektir.  Ya da Nursi’nin verdiği birliğin önemine dair rakamlar harikulade olarak algılanmaktadır.

Hâlbuki alyuvarların işlevine dair kitaplar okumuştur. Ve onun bu konudan bahsettiği eserler, o konudaki yazılan bilimsel eserler en az elli yıl önce zaten piyasada vardı. Nursi bilimsel veriler okurken, “hayret” ve “şahadet” konularına delil olarak kullanmak istemektedir. Yani Allah’ın varlığının küçük bir delili olarak Batı’dan gelen bilimin verileri kullanmaktadır. Bunu yaparken de bilinçaltındaki pozitivizme karşı duruş sergilemekte ve dahası aslında dini  “bilimselleştirerek” akla ve bilime uygunluğunu ifade etmeye çalışmaktadır. Sürecin sakıncası olarak, dinin ancak “bilimsel”lik ölçeğinde bir inanırlık mantığı oluşmakta ve anti-tez gibi görünen bakış bir bakıma “tez”i tersinden kabullenmektedir.

Külliyat’ın dilindeki sıkıntılara Said Nursi’nin Türkçeyi sonradan öğrendiği ve Külliyat’ın dilinin Servet-i Fünun dili özelliklerini taşıdığına eklemek lazımdır. Malum olduğu üzere, Servet-i Fünuncular, o dönemde kullanılan dili Batı dillerinden giren kelimeleri karşılamak hem de daha karmaşık tarz oluşturmak için o dönemde dahi her Osmanlı’nın anlamadığı bir Osmanlıca kullandılar. Dili çetrefilli terkiplerle kullanmak bunlar arasındaydı. Bu yüzden duygu ve düşüncelerine eşlik edecek Arapça ve Farsça kelime ve tamlamaları kullanmaktan çekinmediler. Bu dil ve terkiplerin bir kısmı Osmanlıcanın o zamanki dil geleneğinde de yoktu. Sonuç olarak, Külliyat’ın dili genel olarak ağır bir dildir. Bu dilin ağdalı dilin kullanımında her şeyi tam açıklamadan anlatmak arzusu da vardır. Çünkü Nursi ve Külliyat hem Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti döneminde kovuşturmalara maruz kalmıştır.

Said Nursi ve “Simulacra” (4)

Said Nursi’nin “Bediüzzaman” ya da “Hazret-i Bediüzzaman,” “Bediüzzaman Hazretleri” ya da “Üstad Bediüzzaman” diye adlandırılması onun suretlerindendir. “Hazret” kelimesi malum olduğu gibi, sitayiş amacıyla hem Allah ve melekler, peygamberler, halifeler, siyasi ve dini büyükler için de kullanılmıştır. Hatta Kur’an-ı Kerim için de kullanılan bu ifade Nurculuktan önce de vardı. Nurculuk Nursi’nin “peygamber” soyundan geldiği inancıyla onu “Hazret” olarak özellikle anar.

Nursi’ye atfen kullanılan “Bediüzzaman” bir sıfat iken, Nursi’nin adeta ismi gibi olmuştur. Rivayete göre, “Bediüzzaman” sıfatı ona henüz on beş yaşındayken medrese hocası tarafından verilmiştir. Gerekçe olarak Nursi’nin çok başarılı, zeki, hafızasının iyi olması zikredilir. Diğer bir ifadeyle, Medrese hocasının Nursi’yi tanımlaması medresedeki talebeler arasında bir kıyasa binaen verilmişken, Nurculuk ekolü onun yaşadığı zamanları kapsar şekilde anlamış ve anlatmıştır. Bu algının oluşmasında Nursi’nin “birinci adam” ve asrın “müceddid”i yani dinde reformcu olduğuna inanç yatmaktadır.

Nursi “ahir zaman” Mehdiliği iddiasında bulunmamıştır. Nursi’nin bazı yazılarında gelecek olan “Mehdi”yi işaret eder. Mehdi kelimesi, literatürde iki anlamda yer almaktadır:  dar anlamıyla “hidayete vesile olan” her kişi, diğeri de mutlak anlamda “insanlığı” hidayete erdirecek, “İslam birliğini” sağlayacak kişidir. Dört Halife için bu ifade kullanılmıştır. Terimlerin “ıstılahtaki” ve “Bâtıni” yorumları kişileri yer ve duruma göre tanımlama imkânı sağlamıştır.

Nursi, piyasada olan hiçbir yazısında “Mehdi”lik iddiası ortaya koymamıştır. Ancak gelecek olan Mehdi’ye kendisinin bir köprü olacağına dair ifadeler vardır. Dini terimlerin farklı yorumları yeni açılımlar sağlamış ve Adnan Oktar dâhil bazı “kanaat önderleri”nin kendilerine mehdiyet izafe etmesinde delil olarak kullanılmıştır. Mehdi konusunda Nursi şöyle demektedir: “Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivâyât-ı sahiha var. Hâlbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur.” Yani Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçmeyen ama bazı rivayetlere dayalı bir yorum vardır.  Dahası, kastı dar anlamıyla “cemaat” değil, “birlik”tir.

Nursi’ye göre,  “Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var…” Bunları da “iman, hayat ve şeriat” diye özetleyen Nursi, batıni metinlerde “Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır…” diyerek Mehdi’nin Hz. Muhammed (AS) neslinden olacağını ifade etmektedir.

Öte yandan, bazen anlamı “Mesih”le birbirine giren Mehdi kelimesi, İslam öncesinde hem Yahudilerde hem de Hıristiyanlıkta olan bir kavrama tekabül etmektedir. Mesela, İncil’de Vaftizci Yahya da Mesih’in geleceğine dair kehanette bulunmuş; “kendisinin “su ile vaftiz” ettiğini, Mesih’in ise “ateşle” vaftiz edeceğini söylemiştir. Vaftiz’in Hıristiyanlıkla özdeşleşen bir “günahtan arınma” arınma ayini olduğu hatırlanırsa, hem “Tanrı” hem de Tanrı’nın oğlu İsa”nın nasıl olup da vaftiz edilmesi gerektiği muallâkta kalan bir konudur. Ancak İsa’nın çıkış dönemi ile Ortadoğu ve özellikle Yahudilerin “kurtarıcı” beklentilerin zirveye çıktığı bir gerçektir.

Edebiyat ve sinemadaki “kurtarıcı rolü” zaten bu anlamda Batı’da köklü bir geçmişe sahiptir. O nedenle, “kahraman,” “yol gösterici,”  “kötülüğe karşı savaşan” rolüyle Mehdi toplumların fetret dönemlerinde ortaya çıkabilmiştir. Bu açıdan bakılınca, “anti-Christ” ya da Deccal’ın karşıtı olmaktadır.

“Tevriye” ve “takiye” Bâtıni din dilinde yaygındır. İncillerde İsa’nın kullandığı Bâtıni dil kadar, bazı İslamî cemaatlerde de bu yaklaşım yaygındır. “Takiye Şiilikte meşrudur” derken tevriye yapmak da aslında bir takiye türüdür. Deccal konusu da böyledir. “Anti-Christ” (“Tanrı’nın Kutsadığı”na karşı”) Tanrı karşıtlığını ifade eden bir Yunanca kökenli kelime iken, “Deccal” Arapça bir kelime olup “bir şeyi örtmek, yaldızlamak veya boyamak manasındaki “decl” kökünden türemiş bir sıfat olup” mübalağa sığasından gelmekte, ilgili eylemleri “çok çok yapan ya dan meslek edinmiş anlamında”dır. Deccal dar anlamıyla İslam karşıtı kişi veya olayları ifade edebilmektedir. Nursi’nin Mustafa Kemal’i nitelemek için bu ifadeyi kullandığı da bilinmektedir. Daha önce bazı dönemlerde Müslüman olan idarecilere karşı da kullanılmıştır.

Hâsılı, Deccal ve Mehdi zıtlarıyla kaim olarak ifade edilmiştir. Yahudilerin “esaret” dönemlerinde, Hıristiyanların sürgün dönemlerinde, Şiilerin zulüm gördüğü zamanlarda “Mehdi” beklentisi olmuştur. On iki rakamı üzerinden yola çıkılırsa, bağlantıların olduğu görülecektir: Yahudilerin 12 kabilesi; 12 Havari; 12 imam vb.

Seküler açıdan bakıldığında da “Mehdiler” olmuştur. Tarihte, askeri kahramanların algılanması da bu gelenek tarzında olmuştur. Mitolojik boyutta oluşan “hayattan büyük” kahramanların çıkışı, aslında dini literatürden seküler olan aktarılmış, “mucize ve keramet” gibi doğa kanunlarının ötesinde olan hadiseler kişilerin kendi doğalarının üstünlüğü olarak algılanmıştır.

Kadim gelenekte, Herkül, Aşil gibi kahramanların oluşu, onların “tanrılarla” bağlantısına yorumlanmıştır. Sinema ve çizgi filmlerdeki “süper” insan tasvirleri ise, süper insanları ya başka bir gezegenden gelmeye, ya da doğum öncesi veya doğum sonrasındaki bazı deneyler sonucunda insanüstü güçlerle donanmasıyla açıklanmıştır. Yani “mürit” uçurduğu kadar, yönetmenler de uçurmaktadır.