Cemaat and the Cemaat

108

 

“Mahalle Baskısı” kavramının hem anlamı hem mahiyeti yeni bir sosyolojik doktrinmişçesine yıllarca tartışıldı. Günümüz Türkiye’si yeni gerginliklere perde aralıyor. “Günümüz Türkiye’si” ibaresi aslında zaten günü değil, yakın tarihin, “80 yıllık “değil, en az 200 yıllık güncel hologramından ibarettir. Bu nedenle “mahalle” baskısı kısa bir zaman dilimine sıkışacak kadar konsantre olmayan bir tanımlamadır.

Bu tartışmalarda sıkıntı yaratan temel bir kaç husus var. Aslında toplumun farklı katmanlarında bilinen, ama ikrar edilmeyen tartışma Mardin’le bir vücut kazandı. Saygıdeğer bir bilim adamı olan Şerif Mardin, uzun zamandır tartışılan ve son günlerde gerçekliği ortaya çıkan ifadelerinde kavramı kullanarak,  15 Mayıs 2007 tarihinde Vatan gazetesinin kitap ekinde yayımlanan Ruşen Çakır’la yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “…Türkiye’de “mahalle baskısı” diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de oydu.”

Mardin’e göre, “mahalle baskısı” bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır. Bu havanın AKP’den bağımsız olarak Türkiye’de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır…”

Bu konuyu AKP için de bir tehlike olarak gören Şerif Mardin, şöyle devam ediyordu: “…Buna örnek olarak daha çok İran’da ortaya çıkmış olan ve bugün Ahmedinejad’ın devam ettirdiği sistemi gösterebiliriz. O dinsel otokrasinin çevreyle, mahalleyle, ona destek veren insanların ortaya çıkardığı havayla da çok ilişkisi var. O havanın İran devriminde çok etkili olduğuna inanıyorum. Bu hava Türkiye’de de çıkabilir bir gün.”  10-20 sene öncesine kıyasla daha az şansı var, ama bugün o havayı pompalayan başka şeyler, tuhaf oluşumlar, kendiliğinden olan birtakım olaylar var. Bazı İslami alt-çevreler ortaya çıkıyor. Bunda günümüzün gelişmiş imkânları da etkili oluyor. Mahalle havası dediğimiz şeyin bu İslami alt-çevrelerle yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP’yi döver. Demek istiyorum ki eğer böyle bir hava gelişirse AKP ona biat etmek zorunda kalabilir…”

Mardin konuşmasında, AKP ve “İslami alt-çevreler” arasındaki farka, İran ve Türkiye’nin tecrübelerinin farklılığına, ama psikolojik difüzyon varlığına, devrim ya da sistem değişikliklerine yakın zamanlarda mahalle baskısının öncü depremler gibi işlev gördüğünü, bu havanın da kitle iletişim araçlarıyla yaygın hale getirildiğine dikkat çekmekte ve Jön Türkler gibi gözü pek tarihsel oluşumlar için de bir korku unsuru olduğunun ifade etmektedir. Yukardan aşağıya Jakoben bir tarzda değişimlerin olduğu Türkiye’de Mardin, bu tür oluşumların, alışılanın tersine, aşağıdan yukarıya bir baskılamaya ve “devlet”le “hükümet”i de karşı karşıya getireceği tehlikesine de dikkat çekmektedir.

Osmanlı’nın son dönemlerini, Cumhuriyetin ilk dönemine bağlayarak pek çok araştırmaya imza atan Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908 (1964), Din ve İdeoloji (1969), İdeoloji (1976), Türkiye’den Toplum ve Siyaset (Makaleler derlemesi, 1990), Siyasal ve Sosyal Bilimler (Makaleler derlemesi, 1990), Türkiye’de Din ve Siyaset (Makaleler derlemesi, 1991), Türk Modernleşmesi (Makaleler derlemesi, 1991), Religion and Social Change in Modern Turkey. The Case of Bediüzzaman Said Nursi (1989) [Bediüzzaman Said Nursi Olayı / Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim (1992)], The Genesis of Young Ottoman Thought (1962) [Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (1996) gibi kitaplar yayımladı.

Mardin’in çalışma alanları arasında Türkiye’de din ve ideoloji, Nurculuk hareketi gibi konular vardı. 2007 yılında bu konulara değinmesi belki de sözlerinde ses getiren unsurların başında geliyordu. Bu arada Türkiye’de sağdan ve soldan kendi gruplarına adam çalma telaşı ile Mardin’i taltiflerle “bizden” yapmak isteyen kesimler, bu sözlerden sonra Mardin’in yeterince “olma”dığı düşüncesiyle olsa gerek, ya baskının mahiyetini değişik tanımlamamak ya da baskının varlığını inkâr etmek veya sulandırmak suretiyle bir ideolojik kazanıma dönüştürmek istediler.

Mardin’in üstünde durduğu baskı, aslında Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ve Cumhuriyete evirilmesinde ortaya çıkan yeni sistem arayışlarında öne çıkan Mehmet Akif Ersoy’un kendi oğlunun şahsında “Asım’ın Nesli” ve Tevfik Fikret’in oğlunda öngördüğü “Haluk’un Nesli” ile özdeşleşen, ama aslında kenar mahalleleri de olan zihinsel topografyaları tanımlamaktan ibaretti.

Bu bakışın medya ve şifahi iktibaslarla yayılması sonucunda doğal olarak bir kesim, “çevre baskısı” sözünden daha güçlü çağrışımları olan “mahalle” kavramını daha anlamlı buldu. Öte yandan, AKP “İslamcılık” bittikten sonra iktidara gelmiş, “İslami sermaye”nin kendi sermayedarlarını talan ettiği dönemden sonra iktidara geldiği ve son yıllarda epey netameli işlere girdiği için, güya  “İslamcı” hükümeti sıkıştırma, en azından ona karşı psikolojik tampon ve kalkan oluşturma, içinde tarif edemediği kimi sıkıntıları anlamlandırma çabaları oldu.

Yargının alenen siyasallaştığı, hükümetin “devlet olma çabasına giriştiği süreçte, uzun zamandan beri ellerinde tuttukları sermaye ve iktidarın ellerinden kayarak yeni bazı gruplara yöneldiğini hissetmenin telaşıyla bu kavramı sıklıkla kullanmaya başlayan siyasi ve ideolojik çevreler de oldu.  “Devlet”ten beklenen tepki yetersiz kalınca, hükümete yönelen eleştiriler ortaya çıktı.  Sonrasında alt-çevre devlet olarak hükümeti değiştirmek istedi. Diyet borcunu ödetmek tarzında bir anlayış gelişti. Bugünkü alt-çevre ve hükümet arasındaki kavganın nedeni de budur.

“Mahalle” nin çevre yerine kullanılmasında, “gericilik” yerine “irtica” lafzının kullanılmasına benzer daha kuvvetli bir anlam olduğu, çağrışımlarının daha güçlü olduğu açıktır.  Eş anlamlı kelimeler arasında daha vurgulu olanın seçilmesi, tercih edilen kelimenin tarihsel çağrışımlarına göre, sözlük anlamları değil, anlam gölgeleri olmaktadır.  Bu nedenle “çevre” yerine “mahalle”nin kullanımı daha manidar olmaktadır.

Mardin’in ifadesiyle, “”İslami alt-çevreler” ise hemen kendilerini savunmaya geçtiler, şecaat arz eylerken sirkatini söylemek şeklinde savunmalar hatta karşı ithamlar basında yer aldı.  Yazdığı The Public Role of Religion in Secular Context kitabıyla ödül alan Habermas’ın aksine, Mardin, aslında Türkiye’de öncelikle yıllar önce “çevre” sonra da “mahalle”nin eleştirilerine maruz kalmıştı.  Bu da bir anlamda o baskılara değinirken, hem çevrenin hem de mahallenin onu baskılama girişimlerini anlamlı bir şekilde örneklendiriyordu.  Karşılıklı ideolojik kampların ortasında Mardin’in gördüğü muamele, aslında hem çevrenin mahalle, hem de mahallenin çevre hakkında düşündüklerini doğruluyordu.

Türkiye’deki mahalle ve çevrenin oluşumu günümüz Türkiye’si ve sadece Türkiye Cumhuriyeti ekseninde gelişmedi. Cumhuriyet aslında, hatası ve sevaplarıyla Osmanlı Devleti’nin hem finansal ve hukuksal, hem de tarihsel borçlarını yüklendi. Cumhuriyet Osmanlı’yı tarihi haşmetiyle beraber Oedipal tarzda hem reddederek hem de kabullenerek aldı.

Kültürel Fay Hatları

Bugünkü siyasi ve kültürel mahallerin arka planında, Devlet-i Ali ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin fay hatları vardır. Bazen vehme, cehalet ve adaletsiz tarafgirliğe, bazen yarım yamalak tarih bilgisi ve şuuruna, bazen aşikâr gerçeklere dayanan kırılma noktaları bunlar. Bazen de çaresizliklerin yarattığı travmaların üstünden gelmek için yapılan uygulamalar ekseninde oluşan farklı mahallelerin sonradan gettolaşan yapıları vardır.

Bunların devamı olarak, “Ramazan Bayramı” ve “Şeker Bayramı,” “Muallim” ve “Öğretmen”,  cevap ve yanıtın, Fatih’le, Fevzi Çakmak’la, Vahdettin’le Mustafa Kemal’in, İstanbul ile Ankara’nın, İstanbul ile “Taşra”nın, fes ile şapkanın, devletin oluşturduğu İstanbul sermayesi ile yine devletin oluşturduğu Anadolu sermayesinin, Beyazıt Meydanı ile Taksim Meydanının, Eyüp Sultan Türbesi ile Anıtkabirin,  Selimiye ile Kocatepe camiinin, Veda Hutbesi ve “Nutuk”un, “yalan söyleyen tarih” ile “resmi tarih”in Allah ile Tanrı’nın, Hira ile Ergenekon’un, İstanbul ekonomisi ile Ankara siyasetinin, kendisi hacca gidenlerle, anne-babası hacı olanların, Fatih ile Beyoğlu’nun, Fatih ile Harbiye’nin, Rakı ile şarap ve şurubun, hicri takvim ile Miladi Takvim’in, hicri yılbaşı ile miladi yılbaşının, zekât ile verginin, arabeskle, hafif batı müziğinin, Şaban ile Zübük‘ün, Gençlik Köprüsü ile Benim Üniversitelerim’in, Doğu ile Batı’nın, Necip Fazıl ile Nazım Hikmet’in, hüzün ile zevkin, geriye bakışla ileriye bakışın, cemiyet ile cemaatin, her iki dönemde de suskun olan ulema ve bilim insanının, bir sanılan ümmetle bir sanılan milletin, Osmanlıca ile Türkçenin, Asım ve Haluk’un mahallelerinin bir yansıması vardır. Özellikle Tek Parti Dönemi sonrasında tarih ve dil üzerinden yapılan kavgalar, sonradan dini görünümlü ekonomik ve siyasi güç kavgasına dönüşmüştür.

Türkiye’de çevre ve mahalle, ya da Asım ve Haluk’un mahallesi arasında onların birbirlerinden çok uzak olmaları yatmıyor aslında. Asım ve Haluk’un sokakta ve bireysel kimlikleriyle hareket ettiklerinde çok rahat, uyumlu ve sıkıntısız hayatları var. Sorun onların bireyler olarak değil, bir üst kimliğin temsilcileri olarak hareket ettiklerinde ortaya çıkıyor.

Onları bu kadar birbirine yakınlaştıran unsur aslında ikisini de cezbeden, ikisinin de devamlı eleştirdiği “Devlet” üzerinden diğerine fark atmak, ona üstün gelmek, onu zapt etmek, onu kendileştirmek, devleti tahterevalli aksamı olarak, diğer mahallenin de ağırlığını kullanmak suretiyle kendini yükseğe çıkarma arzusudur.

Bu yapı hem diyalojiden hem de diyalektikten yoksun bir yapıdır. Vitrinlik ve konjonktürel gülen yüzler haricinde, bireysel değil, ama komünal mahalle kimlikleri altında hem ezilmekte, hem de ötekini, kendine benzetmediği, kendi içinde eritmediği, eriterek kendini meşrulaştırmadığı sürece, susturmaya, zayıflatmaya, yıpratmaya, ezmeye çalışmaktadır.  Bu açıdan karşıt görünen mahalleler aslında çok benzeşen tarzlarıyla narsisttir.

“Liberalizm”le gelen ne oldu?

Asım ve Haluk’un mahallelerinden kaçmış, onlardan usanmış; onları eleştiren mahallede ise, üçüncü bir ara mahalle olmaktan ya da üst mahalle olmaktan çok, ya Asım’ın mahallesinden gelenlerin kendi geçmişlerindeki baskıları anlatırken Haluk’unkine düşme ya da liberal mahalleyi yine onlar gibi tek kurtuluş yolu olarak görerek, aslında bir başka tartışılmazlardan oluşan, Türkiye’ye özgü, ama modelleri ütopyacılığa meyyal kebapçılar mahallesinde McDonald’s görünümü arz etmektedir: Çabuk servis yapan, ama ayrandan ve çalışanlarından başka menüsünde yerli malzemesi olmayan.

Kendi içinde rasyonalitesi ve iç tüketime yönelik hazır kabulle belirginleşen reçeteleri olan mahalleler arasındaki kavganın özünde, rasyonalitelerinin mutlaklığı, iletişimlerin kendini oldukları gibi anlatmaktan çok, ötekinin kozlarıyla kendini oyununu oynaması, başkalarını dinlemekten çok,  ötekini tanımlamak esasına dayanması, birlikte yaşamaktan çok kendi gettosuna çekmek için “ikna” çabaları,  kendini ait ayna yansımalarını en parlak sırdan seçme, kendiyle alakası olmasa da anlatmaktan haz ettiği, ötekindeki etkisi oranında mutlu olduğu örneklerden seçerken, tarihsel olanın aktüel ile olan ilgisini kaybetmesidir.

Tekmili birden ortaya saçılan “mecmua”nın serencamı budur.

Bu açıdan bakıldığında ötekini cezbetmek için düzenlenen, müzeden modellerle oluşmuş modern vitrinlerin, mağazayı işletenlerle alakası yoktur.  Ayrıca vitrinden bakarak hayretle iştahı kabaranlara, mağaza girişinden sonraki aşamada farklı şeylerin sunulması bir strateji olarak karşımıza çıkmaktadır.  Yani iki tür yabancılaştırma vardır:  Aktüel olanla tarihsel olan arasındaki yabancılık ve anlatılanla, yaşanan arasındaki uçurum.

Bu yabancılaşma, Habermas’ın ifadesiyle, bütün iletişim kurma, kelam unsurlarının “telos”a endeksli olması aslında o telos’u yüceltirken, hem kendini hem tekellüm ettiği ötekini aslında edilgen bir nesnel, araçsal konuma itmekte, bu arada telos’un kendini kendi başına bir varlığa,  evrensel ahlak çerçevesine, hatta toteme dönüştürmektedir. Yani, iletişim iki yönlü akışkan bir diyalojik iletişim modelinden çıkıp, monolojik bir iletme mekanizmasına dönmektedir. Bu süreç içinde dil ya kripto, değişmeceli ya da mitolojik temsille aslında anlamı tercüme eden bir mekanizma olmaktan çıkıp, anlamı ya gizleyen taktiksel bir strateji, ya da anlamın çevresine örülen kabuğu kutsallaştıran bir kültürel gramere dönmektedir. Sonuç olarak, mahalle ve çevrenin çerçevesinin muhafaza ettiği resim haricinde gerisi aynı kalmaktadır; çerçeveler aynı, içindeki resimler farklıdır.

Milletlerin peşinden gitmeleri esasına dayalı  “telos”ları, ortak hedefleri, sevinçleri ve acıları vardır.  Türkiye’de ise dönem dönem ortak acılar ve sevinçler varken, ortak hedefler yoktur.  “Devlet” ve “hükümet” ve seçilmişlik, atanmışlık tartışmaları arasında, milletin önüne, gelen rüzgârın yönüne göre hareket eden bir siyasal ve hukuk sistemi çıkmakta, bu da milletin fertlerinin şuur altına zaten işlemiş olan “sistemsizlik içinde sistemikliğin” bireysel olarak da yaşamda hâkim tavra dönüşmektedir. Dahası siyasetin hem derin çeperlerinde olup koruma zırhı olan hem de siyasette olmadığını iddia eden devletçikler oluşabilmektedir.

İşin daha ilginci, her gettonun şikâyetçi olduğu yapılar, sistemin özündeki konulara değil, sistemi kontrol eden gettolara eğilmektedir. Muhalefette iken şikâyet eden getto, iktidar aşamasında sistemin savunucusu olmaktadır. Sonrasında ise, komunal kabile hukukları sokağa ve kulağa hâkim olmaktadır.

Ülkemizde ne devletin ne de milletin sistemi ve beklentileri liyakat esasına göre düzenlenmiş değildir.  Bu nedenle, her türlü başarı ve zenginlik-haklı gerekçelere de dayanarak-şüphe ile karşılanmakta, ama bu şüpheler servet ve başarının kaynağını sorgulama değil, servet ve başarıyı kendi ellerine geçirmek iştahı şeklinde tezahür etmektedir.

Dış ilişkilerde de benzer bir müptezellik hâkimdir. Devletin millet adına, kendi çıkarlarını öne alması gereken ilişkiler değil, devlet ya da hükümet başkanları arasında muhabbet ve iç ekonomik ve siyasi ilişkilerin dışarıdaki tezahüründen ibaret kalmaktadır. Devlet bazen sadece duygusal, bazen de ideolojik tercihlere göre dümen kırmaktadır.

Buna mukabil, farklı hükümetlerin neden olduğu sıkıntılar sadece mücerred bir “Devlet”e yüklenmekte, trafikteki hatalar “canavar”ın olmaktadır. Bu nedenle mesela Cumhuriyet dönemindeki bütün hükümetlerin Türkiye’de olan ve olmayan şeyler konusunda katkıları varken, eleştiriler bireysel hükümetlere değil, muğlâk bir Devlet mekanizmasına yönelmektedir.

Devlete yöneltilerek, hükümetleri adeta etkisiz eleman olarak algılayan ve algılatan kesimler temelde devletin idari problemlerini, adaletini değil, dış ilişkilerini değil, devletin tanzim ettiği mekanizmaları kendi lehleri çevirmek için eleştirmektedirler. Her türlü demokrasi talebi, bu algılama sonucunda, sadece belli bir siyasi, etnik, ekonomik gettonun çıkarlarına yönelik ve diğerlerini dışlayıcı tutum içindedirler. Aslında devletin yeterince devlet olamadığından kaynaklanan sorunlar bizzat devletin varlığıyla ilgili eleştirilere dönmekte ve “devleti ele geçirme” sendromları mazlumiyet belagatı ile dileklerini anlatırken, “zalim” olmak, hatta daha zalim olmak için fırsat kollamaktadır.

Farklı gettolar kendi gettolarını en üste koymak ve diğer gettolara galebe çalmak istemektedir.  Bu anlamda Binnaz Toprak ve çalışma arkadaşlarının ortaya iki araştırma aslında araştırmalarda kullanılan fonların ilgi alanlarını ve araştırmaları lehine çevirmek için kullanmak isteyen gettoların çıkara yönelik tepkilerini göstermektedir.

Yani gettoların mantığında sadece kendi gettosunu haklı bulan belagat, siyaset ve iktisat gücü arzulanmaktadır. İktidarı manipüle etmek konumunda el ovuşturarak sevinen getto, hafızasındaki “adalet” hissini hemen siliverip, statükoyu intikamcı bir ihkak-ı hak müptezelliği ve şımarıklığına dönüştürmektedir.

O halde yapılması gereken şey, önce devr-i sabık’ın hesabını sormadan ve anlamadan geçmişi hayrın hali de şerrin mümessili olarak algılatmak ve hayra daveti de iki dönem arasındaki “farkların” oluşturduğu husumetten beslenmektir. Tarih yanında dile de yansıyan çatışmanın sonucunda ise, Osmanlı eşittir İslam, Cumhuriyet eşittir küfür yanılsaması çıkmakta ve bu sürecin devamında Mustafa Kemal “Deccal”, anıtkabir ise tahkir dolu mecaza dönüşmektedir.

Anıtkabir mimarisinin de Eski Yunan’a benzetilmesiyle ortaya şehla bir “şeytan”  çıkmaktadır.  Ama sembolik dilde, Mustafa Kemal’in Cumhuriyet öncesinde bir Osmanlı subayı ve Osmanlıya bağlı olduğu dönemleri kabul etmek anlamında taktiksel olarak sadece Asker Mustafa kabul alanına sokulmakta, onun askerken çekilmiş resimleri yasak savma kabilinden kullanılmakta, şifreli, mecazlı ve sembolik cemaat dili de kendi kabul ettiğini kendince sergilemektedir.

Bu süreç de aslında “mahalle”nin getto olduğunu, sıkıntı ve dilek zamanlarında sığınılan, psikolojik destek ve “havale” merkezi olan Tanrı’nın da totemleşmesi anlamına gelmektedir.  “Adil” olan Allah, kul hakkına kendisinin bile karışmayacağını ifade eden Allah değilmiş gibi, totemin mümkün kıldığı her yolu mübah görerek, kamusal alanda nüfuz, iktidar ve iktisadi hırslarını tatmin etmektedirler.  Totem onlarla “beraberdir.” Tanrı artık bırakın “inanmayanların karşısında, inananların yanında bir Tanrısı da olmaktan çıkıp, inanma iddiasında olan grupların sırtından sadece birisine koruma, iktidar ve imkân tanıyan bir totem olmaktadır.

Shakepeare’in Venedik Taciri‘deki Shylock’un yeni sürümü muska sarılı kolyesi boynunda, kralın çıplak değil, aslında sıkı sıkıya giyinmiş olduğunu, hatta mütesettir olduğunu ifade etmektedir. Totemin bir tezahür alanı olan getto, devleti de doğrudan gettonun kullanımındaki  “totemik”  bir korumacılıkla kutsamakta, totemin kolladığı kabile ve/ya getto da totemleşmektedir.

Artık, o tartışılmaz, eleştirilmez, sadece olduğu gibi kabul ve iman edilen bir kutsal haledir. Totem “çarpar” aksi halde. Getto içine ışık veren, ama getto dışındakilerin gözlerini kör etmeye hazırdır.  İçerdeki her kelam kabul görecek, dışardan gelen her kelam ya red ya inkâr edilecek, mümkünse aleyhte delil olarak kullanmak üzere bekletilecektir. Bunun sonucunda Totem’in “inayeti” tezahür etmiş olacaktır. Hallac’ın ayakları altına aldığı totemler, İbrahim’in kırdığı totemler dimdik kıyamda beklemektedir.

Meğerki Mardin Nurculuk konusunu ilk defa bir bilimsel araştırmaya konu edinmişti, hem “ılımlı” görünen bir bakışı vardı, nice toplantılarda onore edilmişti, nasıl olmuştu da böyle birden çark etmişti? Mardin’in işaret ettiği getto aslında birinci Erdoğan hükümetinde şikâyet konusu olmuştu aslında.  AKP, kendi üzerinden baskı kurmaya çalışan çevrelerden rahatsızlık duyulduğunu hükümetin sözcülüğünü yapan Cemil Çiçek vasıtasıyla bir gazeteciye açık açık ifade etmişti.

Çiçek’e göre, mealen “bunlar” ne devleti ne hükümeti düşünüyorlardı. Sadece kendilerini düşünüyorlardı, kendilerinin çıkarlarını.” The cemaat hem zahiri hem de batıni olarak buna tepki gösterdi. Bu sözlerin ardından, çeşitli yazılı basın ve internet basınında Cemil Çiçek “cemaat düşmanı” kabine üyesi olarak ilan edildi. Bu tür tepkilere gelen yorumlardan biri de ilginç bir şekilde söyle diyordu:  “Takip ettiğim kadarıyla bu cemaat’in tek bir gayesi var oda Allah rızası. Bu insanlar Allah’ı duyurma gayreti içerisindedirler. Bana göre bu cemaate düşman olmak Allah’a düşman olmak demektir. Çünkü bu insanlar Allah’ın davasına hizmet ediyor, Allahı anlatıyor. Unutulmamalı ki Allah ile savaşılamaz…”

Yorumcu bu tepkisinde haklıydı çünkü kendisine the Cemaatin Nur Suresi’yle önceden müjdelendiği ifade edilmiş ve “hizmet” dediği süreci bir tekel şemsiyesi altında bir gruba ait faaliyetler, insan ve para kazandırma, “şahs-ı manevi”nin iktidarına giden yolda katkıda bulunanların cennetlik olduğuna inanmıştı. Hatta kendi yaptığı “hizmet” az bile olsa, dünyanın başka yerlerinde “hizmet” edenlerin ecrinden de, onlarınki eksilmeden kendine pay düşeceği anlatılmıştı. Yani bir anlamda her halükarda yüceltmesi gereken, belagatı dini, faaliyeti siyasi, birlikteliği temelde ticari olan olan yapıyı tanımlıyor, aynı zamanda “yalnız”laşan insanların aslında yalnız olmadıklarını bir tesanüd hissiyle ve ancak kendini, nefsini eritmek suretiyle becereceğine inanıyordu. (Ve aslında diğer Risale ekolleri bu kanıda da değillerdi…)

Çekilen “çileler” vardı. Hizmette önde, ücrette geride olmak vardı. Çekilen “çilelerin” özünde, belaların arkasında aslında “sevgi” vardı, “imtihan” vardı. Zaten insanlar başlarına bir süre bela gelmediği zaman, düşünmeliydi acaba “Allah benden ümit mi kesti?” diye.  Ama hay Allah! “Ehl-i dünya”nın dünyası aslında çok da fena değildi.  Daha önceki tepkileri ise, cehaletten gelen husumetti. İnsan zaten bilmediklerinin düşmanı olurdu.  Orwell’in Animal Farm, bir “ehl-i dünya”ya bakıyorlardı bir kendilerine, ama hangisinin hangisi olduğunu tefrik etmek imkânsızlaşmıştı. Ve ücreti ertelemeden tahsil etmek fikri çok daha cazipti.

Doğal olarak, Mardin’in sözlerinde yer alan grup kadim Nurculuktan çıktığı iddiasıyla onun mirasını örgütlü güce dönüştüren the Cemaat idi. Hem bu sözlere hem de Toprak’ın araştırmasına en büyük ve sürekli tepki de the Cemaatten geldi. Her ne kadar Toprak’ın araştırmaları sırasında bizzat ona ulaşarak şirin şirin Türkiye’de vehmettikleri problemlerin olmadığını, özellikle kendilerinin amacının herhangi bir “sivil toplum” örgütününki gibi olduğunu ifade ettilerse de, izzet ve ikramda kusur etmedilerse de, araştırma sonuçları bekledikleri gibi çıkmamıştı.

İki “Pazar” arasında dolaşan şehir efsaneleri ile dini gerçeklikleri, milli, tarihi ve güncel siyasi olaylarla birleştiren bir oluşum, nasılsa bunları da aşacaktı.  Artık “mazlum” müslüman rolünden güçlü, “her yerde” olan, “mübareklerin” şirketi vardı. “Külfet” dönemi bitmiş “nimetlerin” dönemi başlamıştı.  Artık “düşman” olarak, “kefere sistemi”  eleştirmek yerine, hükümeti Devlet yerine koyarak, hükümetin her yaptığını onaylayan ve onayladıkça da yeni muhasebe ve pazarlıklara oturan bir dost vardı. Hükümetler gelir geçerdi, ama “biz” kalıcı olmalıydık. Konu “hizmet” ise, gerisi teferruattı. “Füruât” bile teferruat olarak tarihte yerini alabilirdi. Yeni pazarlık da bunun üzerinde yürüdü…

“İhlâs” ve” uhuvvet”in bir noktada buluştuğu alandı kamusal alan. Olmanın değil, oldurmanın esas alındığı “kamusal alan.”  Halkın (kamu) değil, devletin halkı kendisine katma alanı.  Devleti olmaktan öte, başkalarını oldurmak için kullanmanın adı kamusal alan. Vermek değil, almak istenen. Gettolar içinde değil, devletten koparılmak istenen; belediye başkanından değil, validen istenen. Sokakta değil, tarihte, dilde, basında yaşanan. Kamunun kamuyu inkârı, onu kendince kamulaştırmaya çabalayan kamusal alan.

Said Nursi “cemaat”le “ümmet” kavramını anlıyordu. Sonra the “Cemaat” –özünde monolitik olmayan kesimlerden oluşan–Risale “ekolünü” devam ettirdiği iddiasıyla ortaya çıkan, “hizmet” dediği ideolojik, ekonomik ve siyasi birliktelik gettolarını oluşturdu. “Hizmet” İslam’a hizmet iken, İslam’ı kendine hizmet ettiren, siyaseti “hizmet” aracı gören, bir yandan siyasette olmadığı iddiasını sürdüren bir “gönüllü” “erler” ordusuna evirildi. MİT vardı, o CİT’im olsun istedi: KİT’leri kınadı, CİT’lerini yarattı. The Cemaatin saf “erleri” zaten aleni olarak gördüklerine de “hikmet” perdesiyle bakarak yetişmişlerdi. Anlam veremediler olan bitene, ama inkâr etmekte de zorlandıkları bir şeyler değişime uğruyordu. Sonra birden “camia” oldukları hatırlatıldı kendilerine. Demek ki “camia”ydılar…  Araplar da C-M-A kökünden bir gramer kuralı çıkarmıştı. Bugün geldiğimiz noktada aynı kökten ve “birlik” anlamına gelen C-M-A kökünden kelimelerle ayrışmalar yaşayan bir ülke konumundayız: “cami, camia, cem, cemaat.”

Allah memleketi ve milleti “fitneden, beladan ve şerden” korusun!”