Dudaktan Kalbe…

117

 

“Dudaktan kable giden yol” ifadesi çoğunuza tanıdık gelir.

Ne kadar doğru bir ifade…

Zira hakikaten dudaktan kalbe giden ve insanın hem zihin hem de gönül dünyasını şekillendiren bir yol var…

Bu ifadeyi hatırlamamın sebebi eskilerin deyimiyle “zamane gençleri”.

Uzunca bir müddettir yeni neslin kendi aralarında geliştirdikleri “dilin” niteliği dikkatimi celbediyor.

Öyle ki bu dil hem gramer hem de üslup bakımından hayli bozuk.

Üstelik insanın duyduğunda sert bir tepki vermeden geçemeyeceği sözleri birbirlerine “şaka” ve “samimiyet” ifadesi olarak kullandıkları da görülüyor…

Bazıları bunu ciddiye alınacak bir problem olarak görmeyebilir.

Nihayetinde “bu ifadeler “kötü niyetle” olmayıp aksine “samimiyet” göstergesi olarak kullanılıyor” denilebilir.

Ancak dilin ve kullanılan kelimelerin insanın zihnini ve gönlünü şekillendirmedeki etkisi yabana atılabilir mi?

Daha açık belirtmek gerekirse; hitap şekli her şeyden önce hem kendinize hem de karşınızdakine gösterdiğiniz değeri vurgular.

Yani siz mana olarak ağza alınmayacak kelimeleri sevgi ifadesi şeklinde arkadaşlarınıza yakıştırabiliyor, kendinize kullanıldığında da rahatsız olmuyorsanız, “kendine ve başkasına” duyduğunuz saygının manası nedir?

Bunun yanında, eğer bu biçimde konuşma şekli samimiyetin göstergesi ise, kabalık ve nezaket arasındaki ayrımın farkına nasıl varılacak?

Başka bir ifadeyle, dudaktan kalbe giden yol insanın iç dünyasını kabalığa yönlendiriyorsa, hem kendine hem de çevresine “duyarlı” insanların yetişmesi söz konusu olabilir mi?

Kelimelerin insan hayatına en büyük tesirlerinden biri yüreğe dokunmalarıdır.

Aksi halde, meseleye din eğitimi açısından bakıldığında, Kur’an-ı Kerim’in “hikmet ve öğütle çağırmaya” dair prensibinin manası kalır mı?

Ya da Hz. Peygamber’in (S.A.V.) şaka yaparken dahi yalan söylenmemesine dair ikazının bir anlamı olur mu?

Veya lakab takmanın ve kötü söz söylemenin Kur’an’da yasaklanmasının değeri anlaşılabilir mi?

Zira tüm bu ilkeler de esasında söylediğimiz ve duyduğumuz kelimelerin iç dünyamıza tesirini ortaya koymaktadır.

Bu minvalde ne güzel demiş atalarımız: “Bir kişiye 40 gün deli dersen sonunda deli olur!”

Kullanılan bu dil neticesinde öyle bir an gelir ki söylenen kötü sözler hakaret anlamını taşısa da alınmamaya başlarsınız.

Çünkü yadırgamazsınız.

Bu ise artık kendinize duyduğunuz ve dolayısıyla başkasından da beklediğiniz “saygıyı” ve korunması önemli olan “haysiyetinizi” zedelemek ve zedeletmek anlamına gelir.

Haysiyeti zedelenmiş insanların da ne kendilerine ne çevrelerine hayrının dokunması beklenir.

Nitekim bazı televizyon programlarında “espri” diyerek yapılan “hakaretlere” insanımızın gülmesi veya kendilerine yapılan “aleni” hakaretlere gereken tepkinin verilmemesi, hatta bunu yapanların taltif edilmesi, bu durumun adeta somutlaşmış hali değil midir?!

“Yüzüne tükürsen ‘Yarabbi şükür!’ diyen” insanlar yetiştirmek hedefinde olamayacağımıza göre, hem dilimizin hem de kulağımızın söylenenlerden ve işitilenlerden mesul olduğu bilincini canlı tutmanın, her dem yokluğundan yakındığımız “duyarlılığın”  şahsiyete sirayet etmesine vesile olacağını hatırdan çıkarmamak önemlidir…

Aksi halde dudaktan kalbe giden o yol, birbirini incitmeyi birbirini sevmek zanneden bir sürü “duyarsız” insan yetiştirecektir…