Bize Düşen Veraset

95

Osmanlı’da zafer, İslâm’ın sayılıyor. Her İslâm ülkesine duyuruluyor. Her ülke halkı da bunu, kendisi kazanmış gibi seviniyor, kıvanç duyuyor, gururlanıyordu. Ve tabii, hemen Hilâfet Makamı’ndan tahsinler / aferinler, takdirler, beğeniler geliyor. Yüksek pâye ve unvanlar veriliyor. Daha bir heyecanla yeni hedefler tespit ediliyordu.

Böylece İslâm Fütuhatı tarih sayfalarına fiilen yazılıyordu. Her zafer paylaşılıyor, her zaferin sevincine ortak olunuyordu.

Tabii ki bu sonuca varmak için öncelikle, mümkün mertebe savaşmamayı, kan dökmemeyi, Tavaif-i Mülûk yani bölük pörçük Beylikler hâlinde kalıp parçalanmamayı; merkezî bir birlik hâlinde toplanmaları gerektiğini Beylikler içinde en iyi Osmanlı Beyliği anlamıştı.

Çünkü tek tek Bizans’a yem olmamanın yolu birlik, dirlik ve beraberlikten geçiyordu. Osmanlı ise bunu bir an evvel gerçekleştirmek istiyor. Bunun için her türlü meşru yolu deniyor. Bu uğurda büyük çaba sarfediyordu. Yâni Muhtariyet, Yerinden Yönetim, Özerk ve Tavaif-i Mülûk gibi yani küçük küçük, başına buyruk devletçikler oluşmasına asla fırsat vermiyordu.

Bu güzel sonuç için birbirleriyle uğraşmayı, birbirleriyle çekişmeyi yeğlemediler. Birbirinin kuyusunu kazmayla uğraşmadılar. Beylikler arası münasebetlerini, mecbur olmadıkça kılıçla çözmeye kalkışmadılar.

Başlarını hep ileriye diktiler. Hedeflerini ulvî gaye olan İlâ-yı Kelimetullah olarak seçtiler. Bu yüce davayı yani Allah’ın ismini yüceltmeyi, Allah’ın adını her yere götürmeyi, Hakkı Hukuku yaymayı, mazlumun yanında yer almayı, zâlimin başına topuz gibi inmeyi, kendilerine Allah tarafından tevdî edilmiş / verilmiş bir vazîfe, bir görev bildiler.

“Ya Allah!” dediler. Gaye “İllallah.” / “Ancak Allah var.” dediler. Hedef “İlâllah” / “Allah’a doğru” dediler. “Haydi Bismillah.” dediler. Dün kılıçla yürüdüler. Bugün kalemle. Dün maddî cihat yaptılar. Bugün manevî cihadın içindeler. Dün de Allah yolunda. Bugün de onun uğrunda Fîsebîlillah dur durak bilmediler. Bilmeyecekler de. Çünkü varlık sebebimiz bu.

Velhâsıl dâvayı en âlâ bildiler. Nefsi en edna, en süflî, en aşağı saydılar. Kendileri için değil; hep başkaları için at oynattılar, kılıç salladılar. Adalet dağıttılar. İnsan oldular. İnsanlık öğrettiler.

Medeniyet-i Kübra yani büyük medeniyet olan İslâmiyet için, önce Medeniyet-i Suğra yani küçük medeniyet, öncü medeniyet olan maddî medeniyetin temellerini attılar. Her yere imaretler açtılar, her köşeye câmiler yaptılar. Her alana medreseler diktiler.

Yoksulu yedirdiler. Fakiri giydirdiler. Zengini hoşnut ettiler. Velhasıl Selçukludan sonra Âlem-i İnsaniyete büyük bir çığır açtılar. Hem maddeten hem mânen yeni bir ruhla, yeni bir heyecanla milleti galeyana getirdiler. Halkı şaha kaldırdılar.

Diğer Türkleşen yani müslüman olan halkı da saflarına aldılar. Liyakatı, ehliyeti, kabiliyeti olanı istediği yere getirdiler. Baş tâcı ettiler. Onları kalben kazandılar. Manevî zincirlerle kendilerine bağladılar.

Böylece 600 küsur yıllık bir cihan devletinin doğmasını sağladılar. Asırlarca İslâm’ın bayraktarlığını, önderliğini, akıncılığını üstlendiler. Zaten buna lâyıktılar. Zaten bunun için seçilmiştiler. Zaten bunun için yetiştirilmiştiler. Zaten bunun için; için için hazırlanmıştılar. Daha doğrusu hazırlattırılmış idiler.

1022

Böylece “İlâ-yı Kelimetullah maddî terakkîye vabestedir.” diyen Asrın Âlimi’nin de belirttiği çığırda dört nala düştüler yola. Evet dâvasını yürütecek olan, dâvasını kabul ettirecek olan; o dâvasının önce kendisini maddeten yükselttiğini, geliştirdiğini, dünya âleme göstermeliydi. Göstermeliydi ki, başkaları da peşinden gelsin. Başkalarına da, bu uğurda yol görünsün.

Çünkü kalbini kazandığın insanların malını, mülkünü de kazanmış olursun. Yani inandırdığın dava için onlar, her şeylerini bu yolda seve seve feda ederler. Nitekim Hz. Ebu Bekir müslüman olunca, bir bakıma kalben fethedilince, bütün malını İslâm için harcamaktan çekinmedi.

Bunun gibi Hz. Ömerler, Hz. Osmanlar aynı şekilde kalben, rûhen, imanen bağlandıkları İslâm Yolu’nda maldan da geçtiler, mülkten de. Baştan da geçtiler, candan da. Çünkü anladılar ki asıl varlık bu verişten geçiyor. Zira anladılar ki asıl diriliş, bu candan oluştan geçiyor. Böylece vermekle almayı bildiler. Böyle olmakla yücelmeyi gördüler.

Çünkü mâna, madde olarak tecellî ediyor, görünüyor. Zaten mâna olmasaydı, madde ortaya çıkmayacaktı.

Osmanlı Devleti o zamana kadar kurulmuş Türk Devletleri’nden oluşan tecrübelerden istifade ederek kurulmuştur. Özellikle birlik beraberliğin ne kadar önemli olduğunu. Bölünüp parçalanmanın, merkezden ayrılmanın, merkezden ayrı düşmenin; nasıl bir felaket getireceğinin, dâima bilincine varmışlar. Birlik ve dirlik rûhunu ayakta tutmanın hep gayreti içinde olmuşlardır.

Bir ecdadın şuuruna bakınız; bir de bizim gafletimize. Nerede o şuur? Derken tarih şuuruna olan ihtiyacımız, ne kadar da kendini gösteriyor değil mi aziz okur?

İşte, başlangıçta, maddeten küçük; fakat mânen büyük, Osmanlı Beyliği de; yarınlara, görünüşte çok küçük; fakat mânaca pek büyük adımlar atarak başlamıştı.

O hâlde bizlere düşen; maddeten küçük de olsa, mânen büyük o adımlara vâris olduğumuzu hatırlamak ve bir an evvel bu şuurun takipçisi olmaktır.

Önceki İçerikVazgeçilmez Bir Aydın Sorumluluğu Tarihe Karşı Dürüst Olmak
Sonraki İçerikVatan Bizden Razı Olacak mı?
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.