Bir kısım insanlarımızdan, zaman zaman işitiyoruz. Ortalıkta Şeriat’a aykırı olan, İslâm’a ters düşen çok şeyler dolaşıyor, söyleniyor, yapılıyor.
Bazıları öyle bir anlayış ve bakış içindeler ki, sanki her şey İslâm’a ters, dine aykırı biçimde oluyor, bitiyor, meydana geliyor. Bu din nasıl bir şey ki, ona bir türlü uyulmuyor, uyulamıyor. Ona uygun, ona lâyık bir görünüm alınamıyor. Ona bir türlü yaranılamıyor!
Bu durumda İslâm garip bir algılanışla karşı karşıya.
Oysa Şeriat’in yâni dinin hakikatine ters ve aykırı sanılan şeyler; aslında Demokrasi’ye de uygun düşmüyor. İslâm’a uymayan söz, tavır ve davranışlar çok zaman, Demokrasi’nin de karşıtı şeyler. Demokrasi’ye aykırı görünen birçok husus, hakikatte zaruretlerin zorlaması, sıkıştırması sonucundadır. İster istemez tatbîkinden kaçınılamayan şeyler.
Bunların İslâmiyet’le uzaktan yakından bir ilgisi yok. Bunlar Demokrasiye de yakışmaz. Bunlar Demokrasiye de mâl edilmez. Hem edilmemeli de.
Varsayınız ki şu siyaset, bu Demokrasi; Şeriat’a, dîne yâni İslâm’a muhalif ve aykırı olsun. Yine telâşa yer yok. Yine endîşe etmek lüzumsuz.
Çünkü bu konuda Asrın Âlimi’nin ifadesi son derece düşündürücü. Diyor ki o Zât-ı Muhterem: “Şeriat-ı Garrâ’nın (o parlak Şeriat’in, o Yüce İslâm Dîni’nin ancak) bin kısmından bir kısmıdır ki, siyasete taallûk eder (siyasetle ilgilidir). O (kadarcık) kısmın ihmaliyle (yerine getirilmemesiyle), Şeriat (din) ihmal olunmaz (geri plâna itilmiş sayılmaz). Evet, imtisal etmemek (dînin emirlerine uymamak, onu yerine getirmemek), inkâr etmek demek değildir.”
Çünkü ancak “Kim Allah’ın indirdiğiyle (inkâr ederek) hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide: 44)
Zira “Hz. İkrime’den gelen rivayete göre ‘Onlar Kâfirlerin ta kendileridir’ ta’bîri, hem kalben hem de lisanen İlâhî hükümleri inkâr edenleri içine alır. Halbuki Allah’ın hükümlerini kalbiyle bilip, lisanıyla da bunu ikrar ettiği hâlde, buna zıt olan amelleri işleyen kimseler yâni zâlimler ve fâsıklar, aslında Allah’ın indirdiği ile hükmetmiş ama onu bilfiil yapmamış (eylem hâline getirmemiş) olurlar. Dolayısıyla böyle kimseler sırf bu amellerinden dolayı kâfirler sınıfına dahil olmazlar (kâfirler sınıfının içinde yer almazlar).” (Râzi c. 6 / 12, 6 – 13)
Nitekim “Kim Allah’ın indirdiğiyle (inkâr ederek) hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide: 44) âyetinde geçen ‘kâfirler’ sıfatı inkâr edenleri nazara verir.
Nitekim “Kim (inandığı hâlde aksini yaparak) Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (Maide: 45) âyetinde geçen ‘zâlimler’ sıfatı ise imanı olduğu hâlde bunun gereğini yapmayan kimseleri ifade eder.
Nitekim “Kim (inandığı halde amel etmeyerek) Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Maide: 47) âyetinde geçen ‘fâsıklar’ sıfatı da imanı olduğu halde, bunun gereğini yapmayan kimseleri belirtir. (Kur’an-ı Kerim ve Muhtasar Meali, Haz: Hayrat Neşriyat, İstanbul – 2001, s.114 – 115)
Kısaca demek lâzımsa, “Ve men lem yahküm bima enzele’llahü” (Maide: 44) / “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse,” âyetinde geçen “Men lem yahküm” / “Kim hükmetmezse” lâfzının mânası “Men lem yusaddık” / “Kim tasdîk etmezse”, demektir.
Çünkü ortada tatbîksizlik vardır. Tasdîksizlik yoktur.
Çünkü insan İslâmın emrini yerine getirmemekle günahkâr olur. Fâsık olur. Ama dinden
1098
çıkmaz, inkarcı sayılmaz. Kısaca, kâfir olmaz. Fakat âyeti inkar eden, âyeti kabûl etmeyen, İslâmın emrini tanımayan kimse, Kur’anı tasdîk etmiyor, Kur’anı kabul etmiyor demektir ki, işte ancak o zaman -Allah göstermesin- kâfir olur. Ebedî hayatını tehlikeye atmış olur.
Demek ki, tatbîk etmemek başka, tasdîk etmemek, yâni olur vermemek daha başka bir şey. Tatbîksizlikten günahkâr olur. Tasdîksizlikten ise küfre düşer. Münkirveinançsız sayılır. Yâni ancak bu şekilde kâfir olur.
Oysa bizim insanımız -istisnalar hâriç- tasdîksiz değil. Tatbîksiz. Yâni günahkâr.
Bu durumda olanlar, her şeye rağmen Allah’a sığınmalılar. Bu vaziyette olanlar mümkün mertebe, ibadet etmeye çalışmalılar. Allahın yolunda olmaya gayret edeler. Ya hep ya hiç gibi bir genellemeye asla gitmemeliler. Yapabildikleri kadar kulluklarını yapmaya çalışmalılar. Böyle yarım yamalak yapmaktansa hiç yapmıyayım daha iyi, battı balık yan gider gibisinden gafletin en koyu karanlığına asla düşmemeliler.
Çünkü bir şeyi; tamamen elde edilmiyor diye, bütün bütün terketmek doğru değil.
Ya hep ya hiç düşüncesi; bizleri parçadan da mahrum eder. Oysa ne kadar elde edersek kârdır. Ne kadar başarırsak, başarıdır. Hepten yoksun kalmaktan, az da olsa bir şeyler kazanmak iyidir. Zaten asıl olan yola düşmek, yolda olmaktır.
Unutmayalım ki mecrada olana netice müyesser venasîb olur. Kaldı ki başlamak; işin yarısıdır. İşimize, görevimize elden geldiği kadar kulluğumuza yönelmeli. Onlarla haşir neşir olmalıyız.
Çünkü bildikçe tanır. Tanıdıkça sever. Sevdikçe hem-hâl olur. Lezzet alır. Böylece emelimize erişmiş oluruz. Unutmayalım ki, elemsiz emele kavuşulmaz. Emel olmayınca da elem çekilmez. Eleme tahammül edilmez. Çünkü emel sevilir. Seven ise sevilen için her şeye katlanır.
Şayet zâhiren / görünüşte küfür sayılan bir söz söylüyor ise, burada da Asrın Sâhibi’nin şu sözü onu kurtarıyor. Bu durumlardan endîşeye düşerek küfre düştüğünü sananlara, o söz, cankurtaran simidi gibi imdada yetişiyor.
Ne diyor o Büyük Zât kulak verelim bir kez: “Bazan söz küfürdür, fakat sâhibini kâfir etmez.” Çünkü bu düstûr ve ilke şu kapsamlı hükme dayanıyor: “İnneme’l-a’mâlü bi’n-niyyât.” / “Muhakkak ki ameller niyetlere göre değer kazanır.” Yâni Allah; behâya değil, bahâneye bakar.
İşin dört başı mamur oluşuna değil; o işteki niyetin hâlis oluşuna bakar. O işteki hulûs-u niyyete / hulûs-u kalbe bakar. İhlasın, içtenliğin samimiyet derecesine bakar. Çünkü büyük zâtlar hâriç, hiçbirimiz Allahın istediklerini tam olarak yerine getiremez. Allahın muradını tam mânasiyle anlıyamayız.
Öyleyse biz, yolda olmaya bakacağız. Vardırmak onun işi. Hani Karınca’ya sormuşlar: “Nereye?” Demiş: “Kâbe’ye.” Yine sormuşlar: “Bu ayaklarla, bu gidişle mi?” Cevap vermiş: “Hiç olmazsa, yolunda olurum ya.”
İşte bütün mes’ele bu cevapta düğümleniyor. İşte bütün mes’ele bu sırda yatıyor.
Kaldı ki bugün, milyonlarca Müslüman -Türk, Müslüman-Arap ve diğer Müslüman Milletler, çeşitli sebeplerle yurt dışında çalışıyor. Oralarda yaşıyor. Oralarda kalıyorlar. Oraları mesken tutmuşlar.
Peki bu Müslümanların, yabancı idare altında yaşamaları. Şer’î, İslâmî bir idare altında yaşamıyor olmaları, dinlerine zarar veriyor mu? Yabancı siyasetle yönetilmeleri, İslâmiyetlerine gölge düşürüyor mu?
Hakikaten Müslümanlar’ın Avrupa’da ve Hristiyan ülkelerde yaşamış olmaları. Şeriatla, İslâmla yönetilmiyor olmaları; onları dinlerinden etmiyor. Onları İslâm’dan uzaklaştırmıyor.
1099
Onları İslâm’dan düşürmüyor.
Peki öyleyse, Avrupa’da dinlerini kaybetmekten korkmayanlar; bir İslâm diyarı olan Türkiye’de, bir İslâm ülkesi olan Anadolu’da İslâmiyetlerini yitirmekten niye telâş etsinler? Niye endîşeye düşsünler?
O Türkiye ki, her şeye rağmen gök kubbesinde, dinin temeli olan Ezanlar çınlıyor.
Ebediyyen de inşâllah okunması devam edecek.
O Türkiye ki, her taşı, ben İslâm diyarıyım diye haykırıyor.
O Türkiye ki, mezar taşları bile ağız birliği ediyor bu hususta.
O Türkiye ki câmiler, minareler, türbeler de katılıyor, hep beraber bu koroya.
Yediden yetmişe tüm millet.
Bilerek İslâmı, canına minnet.
İslâmı yaşamıya çalışıyor bizzat.
Öyleyse vermeyelim ortalığı telaşa.
Etmeyelim eziyet, kendimize bunca.
Canım hepimiz değil miyiz Müslüman?
Yersiz endîşelerden kurtul bir an.
Ol; fikri hür, vicdanı hür bir Müslüman.
Korkma! Okunacak, dünya durdukça bu Ezan.
Çünkü:
“Bu Ezanlar ki, şehadetleri dînin temeli.
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.”
1100- 1102