Üniversite ve İlim Adamlarımız

92

Türkiye Üniversiteleri’nin Orta-Doğu’da hatırı sayılır bir yeri vardır. Bilhassa İstanbul Üniversitesi’nin uluslararası üniversiteler arasında yer alması genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilim alanında da müspet ve olumlu yönde bir mecra, bir yol takip ettiğini ortaya koyar. Hakikaten gerek Fen sahasında gerekse Edebiyat sahasında kıymetli simalarını son yıllarda kaybetmiş olmasına rağmen üniversite kürsüleri kıymetli ve genç elemanlarla doludur.

Yıllarca bir üniversite mensubu olmuş olmamdan ötürü; ilim adamlarımızda eksikliğini acı şekilde tespit ettiğim bir hususu açıklamaya çalışacağım.

Eğer bir şeyi ezberlemek ilim sahibi olmak demekse, papağanlar da âlim sayılmalı. Yok değilse, sadece bir şeyler bilen insan âlim sayılmamalı. Çünkü malumat ilim değildir. İşte insan ile diğer mahlûkat arasındaki en açık fark budur. Bunun için Dekart  “Düşünüyorum öyle ise varım.”  Diyerek mevcut oluşunun âdeta bizlere belgesini sunmuştur. Demek ki âlim, sadece bilen değildir. Ayrıca neden, niçin ve nasıl bildiğini bilendir. Etrafında olup bitenlerin varlığını kabul etmekle kalmayıp niçinini, nedenini, nasılını ve sebebini de öğrenmek, bilmek ve anlamak; bir kelimeyle idrak etmek, kavramak suretiyle varlığını kabul ettirendir.

Yine bildiğimiz bir husustur. Önce tasavvur sonra icraat gelir. Tasavvur etmek, bir şeyi tasarlamak, birçok sahalarda asgarî  ölçüde bile olsa, bir şeyler bilmeyi zarurî kılar.

Konuyu dağıtmadan asıl temas etmek istediğime geleyim. İlim adamlarımızın en büyük bir noksanlığına temas etmek istiyorum: Bu eksiklik, daha çok Edebiyat, Tarih ve Hukuk alanında kendini gösteriyor. Her üçü de bütün milletlerde mevcut fakat başka biçimlerde tezahür ediyor.

Şayet Edebiyat; bir milletin mâzi ve hâldeki müşterek duygu, his ve düşüncelerinin mahsulü ve şekliyse; bütün bunların meydana  gelmesine vesile olan bir orijinini de göstermeniz icab eder.

Tarih; bir milletin mâziden istikbâle geçmesini temin eden hâl köprüsünün kurulmasındaki sağlamlığın teminatı ise; o milletin şu veya bu sebeple herhangi bir hareketine neyin sonucu sürüklendiğini daha doğrusu, hangi görünmez kuvvetlerin sevkiyle müspet veya menfî neticelere ulaştığını bilmek; tahrik noktasının potansiyel çekirdeğini keşfetmekle mümkün.

Hukuk; içtimaî ve sosyal bir hayat yaşayan insanlar arasındaki rabıta ve bağların formülleşmiş birer şekliyse; bu neden başka türlü değil de, bu biçimde bir hüviyete bürünmüş?

Şüphesiz her milletin Hak, Namus, Vatan, Millet, Din, Şeref, Haysiyet vb. gibi mefhumları farklıdır. Bu ayrılış neden ileri geliyor?

Meselâ bir Türk ile bir Fransız’ın aile görüşü niçin farklı?

Bir Türk askeri ile başka bir millete mensup askerin cephedeki hâleti rûhiyesi neden başka başkadır. İşte bütün bunları topluca ifade etmek istersek; her milletin bir dünya görüşü, hayat anlayışı yâni apayrı bir düşünüş sistemi vardır. İşte asıl bunun künhüne vâkıf olmadıkça, bilgilerimiz posa hükmündedir. Asıl faydalı, lüzumlu ve yararlı olan, can damarı hükmünde bulunan esas çekirdeği yâni orijini, çıkış noktasını belirtmedikçe, bilmedikçe; hâlimiz bir hamallıktan öteye geçemez.

Yunus Emre’yi anlamak, bilmek ve tanımak mı istiyorsun? Evvelemirde onun, Yunus Emre olmasını sağlayan cevheri keşfe çalışacaksın. Bu cevher: Allah’a karşı  “Bana seni gerek seni.”  Deyişindeki hikmet,  “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlam seni.”  Feryadındaki nidada gördüğümüz gibi,Yaratanına karşı duyduğu özleyişin ifadelerinde saklıdır.

999

Mevlana’yı öğrenmek mi isteyeceksin? Onun şahsiyetini bulmasına vesile olan hakikati arayacaksın. O ki bir sözünde: “Ben ancak Muhammed Muhtar’ın yâni Seçilmiş Muhammed’in yolunun tozuyum. Kim benden onun dediklerine aykırı bir söz naklederse; o sözden de, o kişiden de bizarım.” Demiştir. Demek oluyor ki Mevlâna’yı tanımak için her şeyden önce o İki Cihan Güneşi Sevgili Peygamberimizi tanımak lâzım. Tebliğe vasıta olduğu  mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’i bilmekle kabil ve mümkün.

“Türk Milleti”nin tarihi, serapa hareket doludur. Bunun niçin böyle olduğunu, Türk Milleti’nin ölüm ve hayat anlayışı, şehit olmasındaki hikmet, gâzi oluşundaki sebep ve gözünü  kırpmadan bir gül bahçesine girercesine düşmana savleti bizlere anlatabilir. Zikri geçen mefhum ve kavramların esasını idrak etmedikçe; asla bildiklerimiz bizi kurtaramıyacak, adam edemiyecektir. Fazla derine dalmıyalım.  “Kore Savaşları”nda 2000 gibi gülünç denecek kadar az bir kuvvetin 200.000 kişilik, üstelik her türlü avantaja sahip bir orduyu hâk ile yeksan  yâni yerle bir ettiğini-kuru ve sathî sıfatlara istinat etmeyi bir tarafa bırakalım- ne ile izah edebiliriz?

Evet, ilim adamlarımızın her türlü vasıfları yanında,açıklığını asla örtemedikleri bir gedik var. Nedir bu? “Parçayı bilmek bütünü bilmeyi mümkün kılmaz, fakat bütünü bilmek parçayı bilmeyi mümkün kılar.” Cümlesi, bildiğimiz en basit mantık kaidelerindendir.

Yukarıdan beri izaha çalıştığımız ve ilim adamlarımızın maalesef çoğunda müşahade ettiğimiz, hayatî bir ehemmiyet arzeden en büyük eksik tarafları  “Bütün” den nasipsiz olmalarıdır.

Bir üstadın dediği gibi: “O, beşer hayatının maddî manevî bilcümle safhalarında tecellî eden hidayet yoludur… Beşerin saadetini bir hayal-i muhal olmaktan kurtarıp müspet bir hakikat (kılandır)…Hayatımızın en ufak tecelliyatına kadar sonsuz bir nüfuza sahip olmuş, maddî manevî varlığımızın inkişafına kat’î bir tesir icra eylemiş, gayemizin, irfanımızın esası…Evet, hakkı yerine getirmek hususunda yakın ile uzağı, kavî ile zaifi bir tutan, fakire fakrından dolayı hakaret etmiyen, bütün şedaide (şiddetlere) karşı sebat gösteren, halkı da sabır ve sebata teşvik eden, birleştirmeye çalışıp, parçalanmaktan koruyan, hodgâm olmaktan (kendini düşünmekten) çok uzak bulunan tevazu ve meşvereti pek seven, hakkı görünce daima ona dönen, dünyaya karşı zühd ve iffeti iltizam eyliyen, tam hürriyet ve hukuku temin eden, ona en yüksek payeyi veren, fakirlere, zayıflara acıyan, onları himaye eden (dir.)…”

Evet pek muhterem okurlarım! Bu BÜTÜN, tek kelime ile İSLAMİYET’tir. KUR’AN’dır. Ve Allahü Teala’nın pek sevgili kulu Hz. Muhammed’in şahsında halelenen bilumum mümtaz (seçkin) vasıflardır.

Konumuzu somut bir delil ile bir kere daha te’yit edebilir, doğrulayabiliriz: Değil sadece “Türk-İslam Tarihi” topyekün  “İslam Tarihi”nde yer alan;Müslümanların asırlarca dünyanın üç büyük kıt’asında şu veya bu isimlerle tesis etmiş oldukları devlet ve medeniyetler kurmalarına vesile olan ve onlara, bu iştiyakı veren, bir tek cümledir. Evet yanlış duymadınız. Sadece tek bir cümle:  “İLA-YI KELİMETULLAH”. Yâni Allah’ın yüce isminin her tarafta hükmünü yürütür kılmaktır.

Zikrini ettiğimiz cümlenin künhüne, esasına vakıf olmadıkça, asla ve kat’a cephede bir gül bahçesine girercesine küffara saldıran orduların kazandığı zaferlerin mahiyeti, lâyıkı veçhile anlaşılamaz, yapılan anlaşmaların içyüzüne nüfuz edilemez.

“Hikmetin başı Allah korkusudur.”  Sözü ise Allah’ın yap dediğini yapmanın, yasakladığını yapmamanın bir başka söyleyiş tarzıdır. İçtimaî ve sosyal istikrar ise ancak bu evrensel cümlenin içerdiği sırdadır.

1000

İşte bizim hukuk anlayışımız bu altın çerçeveyle kuşatılmıştır. Bunun içindir ki, toplumsal hastalıkların önü alınamıyor. Haksızlıklar bir türlü son bulmuyor. Nasıl bulsun ki, daha evvel  “Hikmetin başı Allah korkusudur.”  Demiştik. Bunun taşıdığı yüksek mânadan haberdar olmayan fertlerin; insanî bir kimliğe bürünmeleri söz konusu olabilir mi?

Sözünü ettiğimiz  İLA – YI  KELİMETULLAH cümlesini idrakten mahrum kaldığımız için değil midir ki, o yüce ecdadın bugünkü zavallı ahfadı, Viyana’ya kadar gidişimizdeki hikmeti boş bir gayretin zebunu olmamıza bağlıyor! Mohaç ufkunda bir kasırga, bir bora gibi doğan  “Türk Akıncıları”nın çocuklar gibi şen bir hâleti ruhiye içinde düşmana dalışının hikmetine akıl sır erdiremiyor.

Ne acıdır ki, bu satırların âciz karalayıcısı, üniversite sıralarında meşhur bir öğretim üyesinin  “Türk Askeri”nin göz kamaştırıcı kahramanlığını, bir robotun şuursuz, kendinden habersiz, hareketlerine benzetmek bahtsızlığına şahit olmuştur.

İyi bilelim ki, Kur’an Tarihi bilinmedikçe, İslam Tarihi’nin künhüne ulaşılamaz. Batı Almanya’da Kur’an Tarihi bilhassa şarkiyatçı talebelere öğretilir de, Batılı geçinen bizler İslam’ın değil kendisinden, isminden bile kaçacak delik ararız. Nasıl gülünç bir durumda olduğumuzu varın sizler tasavvur edin.

Büyük,Türk Devlet  Adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın  “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye”  isimli dev eseri bütün yabancı dillere tercüme edilir de, bırakın müspet tarafını bir karşılaştırma kabîlinden dahi olsa, niçin  “Hukuk Fakültesi”nde okutulmaz?Ve neden onun  “Roma Hukuku”  kadar bile yanımızda değeri yoktur?

Batılı bir ilim adamı kadar da ilmî tecessüs ve araştırmadan mahrum ve yoksun kimseler bizde nasıl olurda kürsü sahibi yapılır? Müslüman – Türk milletini anlamak, İslâm’ı bilmek demek olduğunu idrakten âciz kimi ilim adamlarımız; BÜTÜN’den  -maalesef-  bucak bucak kaçmakta. Bu ise millet ile kendisinin; başı ile gövdesi birbirinden ayrılmış; nev-zuhur, acaip bir mahlûk görüntüsüne yol açmaktadır! Ve bu yüzdendir ki, bir türlü iki yakamız bir araya gelmemekte.

Efendiler, güneşten korkulur, kaçılır mı hiç? Sizler isemeseniz de o hergün yeniden   kıyamete kadar doğmaya devam edecek. Bütün ilim adamlarımızı  “Güneş Işığı”na yâni İSLÂM’ı tanımaya davet ediyorum.

İstisnalar hariç, ilim adamlarımızda, İslâm’ı anlama  merakının, hiç olmazsa doğu bilimi ile uğraşan Batılılar kadar olsun, olmasını gönülden arzu ve temennî edenlerdeniz.

Sathî, yüzeysel ve peşin hükümler; hakikatin ifadesi olmaktan uzaktır. Nitekim Hz. Ali:

“Hakikati, başkalarının dediklerine göre değil, hakikati bizzat kendi kaynağına inerek öğren. Bu şekilde, hakikati; başka türlü söyleyenlerin,nasıl menhus bir niyet beslediklerini de öğrenmiş olursun.”  Meal ve anlamındaki veciz, özlü sözüyle; her asrın ilim adamına şaşmaz objektiflik ölçüsünü miras  bırakmıştır.

Ne mutlu bu ölçüyü şiar ve prensip edinen ilim adamlarına. İşte, ancak onların kanları  şehitlerin kanlarından üstün olabilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

1001 – 1002

 

 

Önceki İçerikFelsefe Üzerine Denemeler, Yeni Bir Şeyler Söylemek Lazım
Sonraki İçerikMakedonya Türk Gençliği Öncü Olmalı
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.