Tarih bir milletin karşısına diğer milleti çıkararak kimlik oluşturur.
Bizde tarih milleti birbirine düşürmek için tarih kullanılır.
Ders almak milleti şartlandırmakla değil, bilinçlendirmekle olur.
Yıllarca darbelerden bahsedildi bu ülkede.
TV’ler gazeteler-darbe dönemleri hariç-hep demokrattılar.
Darbelerin kötülükleri anlatıldı; ancak sadece asker üzerinde kaldı ihale.
Nasılsa, askerin arada kafası bozuluyor ve darbe yapıyordu.
Bu arada medya devreye giriyor ve olayların gerekçelerini anlatıyordu.
Menderes’e karşı yapılan darbe Anglosakson merkezlerin ürünüydü.
Ancak ihale askerde kaldı; akılda kalan sudan gerekçeler de yargı tarihine geçti.
Demirel’e yapılan darbe de Anglosakson icazetin bitimine işaret ediyordu.
Menderes de Demirel de çizmeyi aşmaya başlamışlardı.
NATO ve benzeri Anglosakson ittifakların çizdikleri kader çizgisi gibi olmalıydı.
Demirel düştü; ihale askere yapıldı.
1980’de darbe yapıldı; nasılsa Evren ve arkadaşları, tüm uluslararası anlaşmaları tanıyorlardı.
Ancak devletin milletin hizmetinde olması gerektiğine dair bir anlaşma yapılmamıştı.
Sağdan soldan “aşırı” uçlar ülkeyi kan gölüne çevirmişlerdi.
İzleyenler de, “Oh, be terörden kurtulduk!” diyor alkışlıyordu.
Ve sokaklara dökülen insanlar her darbe öncesinde olmuştu.
Kimisi “komünist” olarak, kimi “faşist” kimi “dinci” idiler.
Gruplar birbirine karşı kinlenmişlerdi; siyaset tıkanmış, ekonomi bitmişti.
Ve aslında yirminci yüzyılda Ortadoğu’da Uzakdoğu’da böyle sahneler çok yaşandı.
Dahası, bağımsızlık harekeleri denen hareketlerin arkasında yeni güdümleme eksenleri oluştu.
Kolonizasyonun öncüleri engel olamadıkları süreçlerde zihin ve akıl kolonizasyonu ile yön verdiler.
Yani dekolonizasyon başladı derken, farklı bir kolonizasyon devreye girdi.
Soğuk Savaş kaynak ve iktidar paylaşımlarını pekiştirdi sadece.
Ortadoğu’da ve Afrika’da tek bir darbe yoktur ki, aslında halktan yana halk için, halkça kotarılmış olsun!
Osmanlı’yı tarihten silen unsurlar hem Türkiye’de hem eski Osmanlı coğrafyasında ipleri elinde tuttu.
İstiklal Savaşı’nı kazandık belki, ama İstiklalimizi kazanamadık.
Bunda Osmanlı’dan kalan miras kadar, askeri, ekonomik ve siyasi bağımlılıklar da etken oldu.
Bölge ülkeleri arasında Batı’ya karşı ittifakın her türlüsü engellendi.
Osmanlı’yı önlerinde engel görenler, Türkiye Cumhuriyeti Devletine de aynı gözle baktılar.
İran da bu süreçlerden az pay almadı.
Sosyal Darvinizm’in yansıması olarak zayıfın elindeki enerji kaynaklarını alabilir; onu yok edebilirdiniz.
Kaynaklarını milletin lehine devletleştirmek isteyen İran lideri Musaddık CIA tarafından alaşağı edildi.
Yıl 1953 idi.
Görünürde meydanlarda halk vardı.
Bu süreç ’79 kadar sürdü; karşı devrim bu sefer Humeyni ile İslamcı olarak gelmişti.
Arkasında Rusya ve bazı AB ülkeleri vardı.
Görünürde meydanlarda yine halk vardı.
Ve aslında halkın biriken tepkilerini kendi yelkenlerine rüzgâr yapanlar kazanmıştı.
Türkiye’de biz de bu olayların benzerlerini yaşadık.
Sonra birbirimize düşman olduk.
Siyasetin, kışlanın, ama en çok sermaye ve medyanın yarattığı düşmanlıklar oldu.
Ve fakat bir türlü milli bir bilinçaltı ile hareket eden millet olamadık.
Nasılsa tesadüfler geldi bir araya hep.
Aslında içeriden millet olarak kazanan yoktu.
Türkiye’nin gerilemesi, bölgesiyle ilgilenememesi de asıl kayıplar oldu.
Çaresizlikler artık mutat bir siyaset olgusu oluşturdu.
“Derin devlet” herkese göre ayrı bir ayna oluyordu.
Ergenekon davası da öyle oldu.
AB ve ABD, bazen Rusya ve İran kendi derin yapılarını köklendirdi.
Aslında olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sığlaşmasıydı.
Tesadüfler çabucak tevafuklara dönüşür oldu ülkede.
Tesadüfler içerideki körüklerin dışardaki demirlerini çelikleştirdi.
Tesadüfler bir tarafa diğerini dövme, yok etme hazzını yaşattı.
Gezi Parkı eylemleri de böyle tesadüflerin bir araya gelmesinden ibarettir.
Sokakta gaz yiyen insanla Divan ve Hilton’da ağırlananlar farklı.
Arap Baharı sürecinde de aynı şeyleri görmüştük…