AB’yi memnun etmek için siyaset arenasında heyecanlı, bazen de sert tartışmalar olmakta. Sivil toplum örgütleri de, bu tartışmalara kayıtsız kalmamakta. Müspet-menfî fikir ve düşüncelerini ortaya koymaktalar. Böylece taraflar arasında bir mücadeledir, bir münakaşadır sürüp gidiyor. Tabii iki yönlü ve iki nitelikli olarak.
Bir taraf realist davranıyor, öteki taraf idealist. Bir taraf somut durumu gözetiyor. Öbür taraf soyut olarak düşünüyor. Oysa soyut olarak düşünmek kolay ve güzel. Somut olarak hareket etmek zor ve sorumluluk bilinci isteyen bir tutum içeriyor.
İki tarafın ortasını bulmak gerek. Yani yapılacak veya değiştirilecek kanunları, sağlam bir zemine oturtmak icap ediyor. Klâsik deyimle, biz buna mukteza-yı hâle binaen hareket etmek diyoruz. Yani hâlin durumuna göre hareket etmek tarzı. Çünkü zâtında ve aslında güzel olan bir şey; uygun zemin bulamamışsa zararlı olmaya başlar.
Meselâ, mevsimsiz ve zamansız olarak toprağa ekilen tohumların, çürüyerek hiç bitmemesi gibi. Bunu anladığımız zaman ise vakit kaybetmiş olur. Belki de çok geç kalmış bulunuruz. Bu sefer kaş yapayım derken göz çıkarmış oluruz.
Türkiye’nin jeopolitik durumu, Türkiye’nin jeostratejik vaziyeti, Türkiye’nin siyasal konumu, Türkiye’nin coğrafyası, Türkiye’nin tarihsel yönü, Türkiye halkının keyfiyeti, Türkiye’nin geleceği, Türkiye’ye komşu ülkelerin bakışı, Türkiye üzerine oynanan oyunlar, Türkiye’nin içinde bulunduğu sıkıntılar, Türkiye hakkında -özellikle- Avrupa’nın olumsuz düşünceleri, Türkiye’ye Avrupa’nın olumsuz bakışları, olumsuz tavırları, art niyetleri, art niyetli yaptırımları. Türkiye’yi geleceğe yönelik hedefleri arasına katma girişimleri. Türkiye’yi parçalama gayretleri. Türkiye’ye istedikleri an bölünecek şekilde ortam hazırlamaları.
Bütün bunları hesaba katmadan, yapılmak istenen tüm kanun değişiklikleri; Türkiye’yi zora sokar. Başına püsküllü belâlar açar. En azından Türkiye’nin parlak geleceğini geciktirir. Sekteye uğratır. İşte bütün bunları göz ardı ederek, mangalda kül bırakmayanlar iyi düşünmeli. Atılmak istenen adımlarla nasıl bir kaosa sürüklenmek istediğimiz anlaşılmalı.
Ve ne hazindir ki, bütün bu çırpınışlar. Ekmek ve geçim sıkıntısı içinde kıvranan milyonlarca vatandaşımız için yapılmıyor. Özellikle Türkiye’ye yıllarca kan kusturmuş ve yine de -bir işarete bakar- bundan caymayacağı belli olan, içten dıştan destekli teröristler için yapılıyor.
Bazı politikacı ve kimi aydınlarımızın ayakları bir türlü yere değmiyor. Belki çok güzel düşünüyorlar. Keşke bir de, nasıl bir ortamda olduklarını düşünseler. Düşünseler de, bu AB denen kara sevdanın başlarına nasıl bir çorap ördüğünü anlayıp; uydu olmayı değil de uyulan olmayı yeğleseler.
Sağlarına İslâm Âlemi’ni, sollarına Türk Âlemi’ni alsalar. Merkezde ise Türkiye olsa. Batı’nın karşısına daha şahsiyetli, daha kararlı ve daha dimdik olarak çıksak.
Emin olun ki, onların yanında daha saygın bir yerimiz olacak. Kuşkusuz böyle bir karşılıklı ilişkiden; hem Türkiye hem de Batı daha verimli, daha güzel bir sonuç alacaktır.
Velhasıl Batı’ya karşı tutumumuz: “Hüsnü zan, ademi itimat.” Düstur ve prensibi çerçevesinde olmalı. Yani haklarında güzel düşünmeli, fakat onlara karşı tedbiri de, temkini de, asla elden bırakmamalıyız. Çünkü Süleyman Demirel bile, Batı’nın Sevres’i ihya etmek istediğini ileri sürerek, bakınız ne diyordu:
“…ben Türkiye’nin Batı ile münasebetlerinin düzgün olması, Batı ile Türkiye’nin işbirliği içinde olması, bizim evrensel değerlere sahip olmamız taraftarıyım. Türkiye, Demokrasi’nin
eksiklikleri varsa tamamlamalı ama, “Demokrasi” ve “İnsan Hakları” gibi bir sütreyi
908
(paravanayı) öne koyarak, Türkiye’nin parçalanmasına varabilecek zorlamalardan kaçınılması taraftarıyım…” (Yeni Yüzyıl, 22 Mayıs 1995)
Bu alıntıya Attila İlhan, Cumhuriyet’te 20 Şubat 2002 tarihinde çıkan yazısında şu eklemeyi de yapmaktan kendini -haklı olarak- alamaz:
“Tabii, daha önce yaşanan, türlü garabeti saymazsak. Kıbrıs bahsinde, bir ‘müttefiklerine’ silâh ‘ambargosu’ koymaktan utanmadılar. Savunma Sanayii’nde, bir ‘müttefiklerinin’, bağımsız ve ulusal bir teknolojiye sahip olabilmesini, asla istemediler ve engellediler. Ekonomik düzeyde, bir ‘müttefikleri’ni, aynen Tanzimat sonrasında olduğu gibi, sürekli olarak ‘Sistem’e -yani AB’ye ve ABD’ye- muhtaç vaziyette tutmayı yeğlediler: ‘Ulusal ekonomisini’ yıkıp, kendilerine ‘Açık Pazar’ oluşturdular.”