“Ve Hamazaki Gidiyor”

104

JICA aracılığı ile gelen ve Türkiye’de İKİ YIL Kalan JAPONCA Hocamız HAMAZAKİ’den söz ettiğimiz bir yazımızı buraya almak istiyorum.  Önce bir noktaya dikkatinizi çekmek için yaşadığımız bir olayı aktaracağım.

“VE HAMAZAKİ GİDİYOR”

İki yıldır bizimle idi. Japonca öğretti. Jıca kanalıyla Türkiye’ye gönderilen Senior Volunteer grubundandı.

Onu sevmiştik. Bir kere ülkesi için iyi bir temsilciydi. Onu tanıdıkça bütün Japonlar hakkında müspet düşünmeye başlıyor­dunuz. Zaten uluslararası ilişkilerde önemli olan budur.

İki şeyi çok iyi yapacaksınız: Birincisi asıl görevinizi!.. Ve onun kadar önemlisi: Tüm davranışlarınızda bir ülkeyi temsil ettiğinizi asla unutmayacaksınız. Yaptığınız her güzel iş bütün milletinize mal edilecektir. Ve yapacağınız en ufak hata da bütün bir milletin olacaktır. Bunun için çok dikkatli olacaksınız.

Hem görevinizi iyi yapacaksınız, hem de tüm davranışlarınızda ait olduğunuz o millete söz getirmeyeceksiniz. Bu ikisini yapabi­liyorsanız, milletinizin iyi bir temsilcisi oluyorsunuz.

Her milletin olduğu gibi, bizim de iyi temsilcilerimiz de, kötü temsilcilerimiz de vardır. Japonların da iyi temsilcileri olmuştur, kötü temsilcileri olmuştur. Şimdi kötüleri bir yana bırakalım, iyilerden bahsedelim.

Onların ilklerinden biri, Başkonsolos Tatsuo Takeda’dır.  O, müthiş bir diplomattı. Ülkesini seviyor ve mükemmel temsil ediyordu. Onu daha sonra memleketi Sapporo’da ziyaret ettik. Daha sonra, Tokuyu Üniversitesi’nde görevli olduğu zaman biz de bir grupla Japonya’da bulunuyorduk, ona bir onur plaketi verdik. O anı görmeliydiniz. Dimdik ayaktaydı ve gözlerinde yaş vardı. Çok gururlanmış ve çok da duygulanmıştı. Muhakkak ki o, Türkiye’yi unutmadı. Kitabını yazdı. Ama, bilinmeli ki, Türkiye de asla onu unutmadı.

Onunla birlikte önce yardımcısı, sonra Bakü Büyükelçisi ve tekrar Türkiye Müsteşarı Akira Motoyama’yı tanıdık. O da bambaşka bir efsane idi. Ömrü Türkiye’de geçmişti, Türkiye’yi seviyordu. Türkiye de onu sevdi!.. O Japonya için olduğu kadar, Türkiye için de bir gurur abidesi idi. Son derece mütevazı, o nis­pette ince duygulu, görevden asla taviz vermeyen, ama olaylara tam vukuf edebilen bir iş anlayışı vardı.

Sonra bir muhteşem Büyükelçi daha geldi; Yoıchı Yama­guchı!.. O da başka bir efsaneydi. Türkiye’yi tanıdı, kısa sürede tanıdı. Türkiye’nin Japonya ile kaçınılmaz işbirliği zaruretini ilk o görmüştü. Japonya ve Türkiye gelecekte birlikte olmak, beraber hareket etmek zorunda olacaklar, şimdiden bunu görmeliler. 21. yüzyıl

Türkiye ve Japonya’nın yüzyılı olacaktır…

Evet, bu örnekleri çoğaltmak belki mümkündür.

Tabii şunun da dikkate alınması gerekir ki; biz sadece ilişkimiz olabilen diplomatlardan bahsettik. Onların dışında başka Japon­lar da vardı. Örneğin Morinaga!.. Türkiye’de on yılı aşkın görev yapabilen nadir yabancılardan biriydi. Irak-İran Savaşı sırasında, doğrudan Başbakan Özal ile temas kurup, Türk Başbakanına İran’daki 200 kadar Japon’u kurtaran kararı aldıran Japon’du o!.. Bir Türk dostu idi. Japonya dönüşünde de Türk Dostluk Cemiyeti Genel Sekreterliğini uzun süre yaptı.

Ve bir Sumıtomo Genel Müdürü; Bakü’de, Türk şehitliğini gördüğünde, orada ağlayan inleyen Türk anaların, bacıların hay­kırışları karşısında onlarla birlikte hıçkıra hıçkıra, sarsıla, sarsıla ağlayan, bizi de duygulandıran ve ağlatan bir Japon yönetici.

İşte insanlar böylesi davranışlarıyla, yaptıklarıyla, söyledikle­riyle anılıyorlar… Unutulmuyorlar.

Hamazaki Sensei (öğretmen) de böylesi unutulmayacaklardan biridir. O da görevini sabırla, şevkle, yılmadan, yaz sıcak deme­den, kış soğuk demeden, adeta koşarcasına yaptı. Aralarında -ne mutlu ki- bizim de bulunduğumuz onlarca Türk’e, iki yıl boyunca Japonca öğretti. Ve artık gidiyor.

Kurslar bitti ama biz yine de zaman zaman beraber oluyoruz. Japonya’yı konuşuyoruz. Türkiye’yi konuşuyoruz. Müşterek sorunlarımızı, imkânlarımızı konuşuyoruz.

Hamazaki Bey, hafta başında yine bendeydi. Artık gideceği günler yaklaştı ama o da Türkiye’yi, bir çok şehrimizi; Ankara, İzmir, Antalya, Mersin, Adana, Bursa, Efes ve Amasya’yı, Çorum ve Hattusaş’ı da görmüştü.

Hamazaki Bey Türkiye’den önce Ürdün’de görevli idi, Irak ve Suudi Arabistan dışındaki Ortadoğu’yu ve pek çok Avrupa ülkesini de görmüştü.

Ona şunu sordum: “Türkiye ve diğerleri için ne diyeceksiniz? Bir karşılaştırma yapabilir misiniz?”

Önce beklediğim cevap geldi: “Türkiye bölgedeki en güzel, en müreffeh, en gelişmiş ülkedir. Ve devam etti, “Türkiye’de halk Japonya’dan da daha mutlu, daha müreffeh yaşamaktadır. Bunda din unsuru da etkilidir. Türk kültür ve yaşam tarzı da etkilidir. Burada, ülkenizde her şey var. Bol ve ucuz, insanlar da bunları satın alabiliyorlar.

Burada insanlar aslında daha mutlu.”

İşte Hamazaki!.. Ve buyurun: Türkiye hâlâ nerededir, diye sorup da cevap bulamayanlar. Avrupa’ya özenenler, buyurun!.. İşte Japon gözüyle Türkiye!..

Evet, Hamazaki bu izlenimlerle gidiyordu.

Daha doğrusu gidecekti…

Bırakmadılar…

Ve Hamazaki son bir gezi daha yaptı.

Hem bize de haber vermeden…

Geçen hafta geldi, birlikte bazı ziyaretlerimiz vardı.

Lafı döndürdü dolaştırdı. Konuya getirdi!..

“Dogan!..” dedi, “ben bir yere gittim.”

“Nereye?..” dedim merakla. Biraz durdu ve “Van’a gittim,” dedi. Van’a!..

“Aaa, ne kadar güzel!..” dedim.

Sonra o devam etti…

“Oradan,” dedi, “Doğubeyazıt’a geçtim…”

“Güzel,” dedim. “Çok güzel… Sonra?”

“Sonra,” dedi. “Kars’a gittim…”

“Harika,” dedim. “Bu da çok güzel…”

Sonra birden ayıktım.

“Sonra,” dedim, “sonra nereye gittin? Ve bütün bu seyahati nasıl yaptın?”

“Bir seyahat acentesi,” dedi. “Onlar ayarladı ve önerdiler.”

“Eeee?” dedim. “Sonra?”

“Sonra,” dedi, “Ani harabelerini gördüm…”

“Harika!” dedim. “Nereden aklına geldi? Bu uzun yolu nasıl gittin geldin?”

“Van’a uçakla, oradan kiralık araba ile Doğubayazıt ve Kars’a, sonra da Ani harabelerine gittim ve Kars’tan uçakla döndüm.”

Aslında Hamazaki bu yolculuğu bilemezdi, yapamazdı. Öğrettiler ve yaptı. Çok da kötü şeyler görmedi.

Sadece, bütün yabancılar gibi, aradığını buldu biraz.

Neydi aradığı?

Türkiye bu kadar mükemmel olamazdı. İnsanları Japonya’dan bile mutlu olamazdı. Bunun bir sırrı olmalıydı.

İşte onu gördü belki…

Ve dedi ki: “Çok farklı!..”

Allahtan biz de Japonya’yı karış karış biliyorduk!..

Hemen can alıcı soruyu patlattık: “Japonya’da da böyle yerler var mı? İstanbul Kars farkı gibi farkı olan yerler var mı?”

Biraz durdu.

“Haaa!..” dedi, “Var! Hokkaido…”

“Evet, Hokkaido, Japonya’nın en Kuzeyi ve ben de orayı çok sevmiştim. Zira insanları biz Türklere biraz daha benziyordu… Sıcak insanlardı…”

Hamazaki ile bir bakıma ödeşmiştik.

Ama bir şey üzerinde durmak gerekir. Birileri bu insanları nasıl kullanıyorlar, daha doğrusu bizim hakkımızdaki müspet intibaı nasıl çevirmeye çalışıyorlardı?

Ama merak etmeyiniz. Bu tür çelişkiler dünyanın her yerinde var.

Japonya’daki Hokkaido’yu bir kenara bırakalım, Amerika’da Beyaz Saray’ın çok değil, bir-iki kilometre uzağında, burnunun di­binde, Amerika’nın en büyük zenci mahallelerinden biri vardır.

İnsanlar sokaklarda oturur, Amerika seviyesinin oldukça altında yaşarlar.

Florida’da en lüks otellerin hemen yanı başında, denize girmek için geceden gelen ve kumlar üzerinde uyuyan binlerce insan vardır.

Bir Amerika vardır, bir de Amerika!..

……………………..

Şimdi, bitirmeden bir anımı aktarmak isterim:

“Burası Rus pazarı, işte burası da Laz pazarı!..” diyordu Kars Valisi Sayın Sıtkı Arslan!..

Vali Sıtkı Arslan’ı, Bandırma Kaymakamlığı’ndan ve Amasya Valiliği’nden tanıyorduk. Kars’ta misafiri olmuştuk.

Vali anlatıyordu, “Ruslar malum işte, getirdiklerini satıyor­lar.”

Önemli olan Laz pazarı idi!..

Bu insanlar, Karadeniz’in köylerinden geliyorlardı. Arazileri yoktu.

İstanbul heveslisi Karslıların arazilerini kiralıyorlardı.

Bu arazilere verdikleri cüzi kiraya karşılık, ekip biçiyorlardı. Hayvanlarını otlatıyorlardı.Elde ettikleri ürünleri, genelde sebzeleri, burada, Laz pazarı denilen bu yerde satıyorlardı.

Biraz sohbeti derinleştirdik.

Verdikleri kirayı fazlası ile çıkarıyorlardı.

Hayvanlarını da otlatıyorlardı.

Sadece hayvanları için satın almak zorunda oldukları kuru otu buradan fazlası ile çıkarıyorlardı.

Kış için harçlık da biriktiriyorlardı.

Yani Türkçesi, yazı çok da keyifli, mutlu geçiriyorlar ve para da kazanıyorlardı.

O arazilerin asıl sahipleri ise; ne varsa, İstanbul’a koşuyor­lardı.

Ellerinin altındaki nimetin farkında değillerdi. Hatta bazıları kendi ihtiyaçlarını bu Karadenizlilerden parayla satın alıyorlardı.

Şimdi lütfen yeniden düşününüz:

Rus pazarı!.. Laz pazarı!.. Hamazaki!..

Japonya’dakinden daha mutlu insanlarımız.

Sahip oldukları mutluluğun, paranın, satın alma gücünün, güzelliklerin farkında bile olmayan insanlarımız.

Hem İstanbul’da, hem de Kars’ta sahip olduklarının farkında bile olmayan insanlarımız…

Bana lütfen; eğitim, devlet gücü filan demeyiniz. Kars’ın merkezindeki, Karadeniz’den daha eğitimli de olabilir…

Amerika’da, Beyaz Saray’ın 500 metre dibindeki zenci az eğitimli değildir. Yorumu size bırakıyorum. Düşününüz.

Herkese selam, sevgi ve saygılar sunuyorum.