Türkiye, iki yıl önce girdiği Suriye ve bir yıl önce girdiği PKK bataklığından çıkmaya uğraşıyor. Bir taraftan da içeride vatandaşı vatandaşa, komşuyu komşusuna boğazlatmaya çalışıyoruz. “Komşu ülkelerle sıfır sorun” diye yola çıktık, ama ne içeride, ne dışarıda sorunları bitirdik. Tam aksine dışarıda sorunlu olmadığımız komşumuz kalmadı, içeride ise vatandaşımız içinden çıkılmaz bir sorunlar sarmalı içinde bıraktık. Sizin anlayacağınız ne yurtta sulh, ne cihanda sulh var.
Milletin hissiyatını ve gururunu, ordunun mücadelesini ve onurunu bir yana bırakarak, “analar ağlamasın” sloganıyla İmralı’daki Teröristbaşı ile masaya oturduk. İmralı ile PKK ve Avrupa merkezleri arasında aylardır özel ulaklar vasıtasıyla mesaj ve mektup trafiği yaşanıyor. Güya Temmuza kadar sınırlarımız içindeki PKK militanları sınır dışına çekilecekti. Görünüşte silahlar sustu, ancak yüzde 15 PKK militanı -onlar da hasta, yaşlı ve kadınlar- yurt dışına çıktı. Tam aksine dağa çıkıp PKK’ya katılan gençlerin sayısı arttı.
TSK bazı karakollarını kapattı, bir anlamda geri çekildi. Askerimizin çekildiği yerlerde kalaşnikoflu, bombalı PKK militanları yayla şenlikleri yapmaya başladı, şehitlikler ihdas ediyor. Komutanlarımızı taşıyan helikoptere ateş açılıyor, ilçe il merkezlerimizde karakollarımıza ve polisimize silahlı, molotof kokteylli saldırılar yapılıyor. Resmi bina inşaatlarında görevli iş makinaları yakılıyor, işçilerimiz kaçırılıyor. İlçelerde özel güvenlik birimleri oluşturuluyor. Kürtçülükten hüküm giymiş merhum bir politikacının adı (Şerafettin Elçi), bir havalimanına veriliyor.
BDP milletvekilleri açık açık Güneydoğu’daki topraklarımıza “Kürdistan” diyorlar, “demokratik özerklik” istiyorlar. Açıkça “Türkiye’nin üç tarafı deniz, üç tarafı da Kürdistan” deme cesaretini gösteriyorlar. Bunun adı “Barış süreci” ve bu süreç muktedirlere ve onların danışmanlarına göre çok sağlıklı devam ediyor. Bütün bu olanlar onları hiç rahatsız etmiyor. Adamlar daha ne yapsınlar, ne desinler, adım adım dört parçalı Kürdistan hayallerini gerçekleştirme yolunda azimle ilerliyorlar.
“Komşu ülkelerle sıfır sorun” politikası izlemek üzere yola çıkan iktidar son üç dört yılda sorunumuz olmayan komşu bırakmadı. Ermenistan’la barış yapacağız derken ağzımıza yüzümüze bulaştırdık, barış yapamadığımız gibi can kardeşimiz Azerbaycan’la da aramız açıldı. Amerika’nın İran karşıtı politikalarını destekledik, onları da karşımıza aldık. Bu yetmedi, bir de Batılıların patriot füze kalkanlarını İran’a karşı İsrail’i korumak üzere topraklarımıza konuşlandırdık.
Uluslararası sularda Marmara gemisine saldırarak dokuz vatandaşımızı şehit eden İsrail’e “Van münit” tafrası yaptıktan sonra tekrar dost olduk. Irak’ın toprak bütünlüğünün yok edilmesine, burnumuzun ucunda, Kuzey Irak’ta bir Kürdistan özerk bölgesinin kurulmasına göz yumduk. Lideriyle yöneticilerimiz kanka oldu. Ama, bu arada üç parçalı bir ülkeye dönüşen yeni Irak yönetimi ile aramız açıldı. Mısır’daki son yönetim değişikliğine de burnumuzu sokup taraf olunca, hem yeni Mısır yönetimini karşımıza aldık, hem de onları destekleyen Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ABD ve AB’yi karşımıza aldık.
Gelelim en uzun sınırımız olan (800 km) Suriye ile ilişkilerimize. Esed’i uzaklaştırıp, kendi kafamıza göre bir yönetimi iş başına getirerek Suriye’yi de yönetmek istedik. Yıllarca Başbakanımızın aile dostu olan “Esad”, bir anda can düşmanı “Esed” oluverdi ve başladık onunla mücadeleye. Din kardeşimiz olan Suriyelileri Sünni ve Şii diye ayırıp birbirine kırdıran vahşi bir iç savaşın tarafı olduk. Bu savaştan kaçan beş yüz bin Suriyeliyi topraklarımıza yerleştirdik. Kendilerine Özgür Suriye Ordusu adı veren muhalif güçleri açıkça destekledik.
ABD ve AB ülkeleri de müdahale eder, Esed iki ayda gider zannettik, yanılttık. Onlar çekimser kaldığı gibi, Rusya ve İran açıkça Esed’i desteklediler. Esed de bizim yumuşak karnımız olan Kürt kartını kullandı. PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD güçlerini destekledi ve nur topu gibi bir Kürt devleti (Batı Kürdistan) doğdu. Özgür Suriye Ordusu da Esed güçleri karşısında her gün geriliyor. Anlaşılıyor ki, Esed gitmeyecek.
Ama biz dışta son birkaç yılda bu kadar sorunu başımıza sarma başarısını göstermişken, bir de diğer taraftan iç barışımızı bozmak için elimizden geleni yapıyoruz. Masum bir çevre eylemi olarak başlayan Gezi Parkı eylemlerini yanlış söylemler ve sert müdahalelerle bir anarşik harekete dönüştürdük. Beş insanımız hiç yoktan öldü, on iki insanımız gözünü kaybetti, yüzlerce insan yaralandı, yüzlercesi de gözaltına alındı ve bunların çoğu tutuklandı. Marjinal örgütlerin arzı endam etmesini sağladık. Onlar da bir çok yere ve araca zararlar verdiler. Taraftarlarımızı evde zor tuttuğumuzu söyledik, eli sopalı ve palalı kişiler ortalara düştü, önüne gelenlere saldırdı. Yalan haberlerle dindarlar eylemcilere karşı kışkırtıldı. Sünni-Alevi ayırımı hızlandırıldı.En son, komşular komşularının üzerine kışkırtıldı. Ülkenin tek muktedir gücü, taraftarlarına “tencere tava çalanları savcılığa şikayet edin” diyerek bu konuda son noktayı koydu. Sizin anlayacağınız ne yurtta sulh kaldı, ne de cihanda sulh.
Açıkça söylüyorum, bu kafayla gidersek, PKK ile flört sürecinden barışmarış çıkmaz. Suriyeli muhalifleri desteklemekle de Esed’i göndermek mümkün olmaz. Kendi iç barışını sağlayamamış, vatandaşlarını birbirine düşman eden zihniyetin egemen olduğu bir Türkiye’den dünyanın süper güçleri ufkuna uçması beklenemez. Şu anda milletçe PKK terörünü bitirmiş, komşularıyla sorunlarını en aza indirgemiş, AB yolunda ve ekonomide en cesur adımları atmış on bir yıl öncesinin çok eleştirilen 57. Hükümetini arar duruma geldik.