Şeytan Ney’in Neresinde?

99

 

İblis ya da şeytanı suçlar dururuz…
Bir nebze haklıyız da!
Kültürlerde farklı adları ve özellikleri var.
Latince’de “Diábolus, Diaboli”, İspanyolca’da “Diablo”, Yunanca’da “Diabolos”, “Karanlıkların Efendisi,” “Beelzebub” (Sineklerin Kralı), “Belial”, “Mephisto” ya da “Lucifer” (Işık Getiren), eski Türkçede “Yek” ya da “Albız.” Kabbala felsefesinde “Samael” olarak geçer. Şeytan ayrıca “Azazel” olarak da anılmıştır. İslam’da “İblis” olarak da bilinir.
İslam’da melekle şeytan arasında sarkaç olur insan; bazen ötesine de geçer. 
Varlığımızın niteliğini ortaya çıkarmaya vesile olur Şeytan.
Şeytan bizim için turnusol kâğıdıdır.
Kendine verilen izinle hareket eder.
Hani Şeytan deyince, irademizi evirip çevirip yanlış yönlendiren varlığı anlıyoruz.
Tabir yerindeyse, Şeytan’ın varlığı bizim insanlığımızı ortaya çıkarır.
Şeytanın aslında kalbimize sindiğini unutturmak için de her şerden onu sorumlu tutarız.
İnsan Ney’dir.
Şeytan Ney’in notalarındaki akordu bozar ve kalbî senfoni yerine, nefsî kakofonilere neden olur.
Ney’e şeytanın üflediğine bakarsanız, Ney’in şahı olmak istediğini düşünürüz.
Öte yandan… 
İblisin Şeytanlaşmasının insanın yaratılmasıyla meydana geldiğini unuturuz.
İblisin varlığı insandan önce, ama şeytanlaşması insandan sonradır.
Günlük hayatta İblise rahmet okutacak onca insan ve şey var ki!
Para var, pul var, makam var, nefsin hasetle, husumetle fitneyle oynaşması, yanlışlıkları var.
Hepsinin ötesinde sevgisizlikler var şeytanlığa götüren.
Şeytanın en çok sevdiği şey nefret sevgi olsa gerek.
Kendini dahi sevemeyen insanlara bakınca, sevgi fukaralığının tezahürleri ortaya çıkıyor.
Kendinden nefret insanlar o kadar çok ki!
Aynasından rahatsız insanlar öyle çok ki!
Sonuçta bu durum da haset, husumet, intikam hislerine yol açıyor.
Kendine yönelmesi gerekenler, başkalarına kilitleniyor. 
Ve Ney’in kalbi kirleniyor; kirlendikçe de başkalarını kirletmek istiyor. 
İblisin şeytanlaşmasında hikmetler var.
Bu hikmetin başında kibirlenme gelir belki.
Ama daha derine bakınca onu yoldan çıkaranın haset olduğu ortaya çıkar.
Ve belki de bu nedenle, İblis kendi marazını insana aktararak varlığını devam ettiriyor.
Ancak insan İblisin şeytanlaşmasındaki nedenden çok daha küçük nedenlerle de şeytanlaşıyor…
Şeytanın irade üzerinde mutlak kudreti varmış gibi ifade edilmesi yanlıştır.
Çünkü şeytan,  Hıristiyanlıktaki gibi, kendi başına ve menfi bir Tanrı değildir: “Şeytandan sana bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğunda, tezekkür ederler.  O zaman artık onlar, gerçekleri görenler haline gelirler (A’raf: 7/200-201).”
Ve bir hatırlatma daha: “Şeytanın hilesi çok zayıftır” (Nisa: 4/76).
Bir de derviş var…
Kelimelerin anlamları kayboldukça onların ifade ettikleri de kaybolur. 
O zaman, geride sadece bir anlam artığı kalır.
Derviş, dervişlik dışına çıkamadığı için derviş kalıyorsa buna dervişlik denmez. 
İmkân ve iradenin buluştuğu nokta önemli; safımızı tayin eden şey onlardır.
Eğer ki insan, şeytanlaşamadığı için melek kalıyorsa bu da anlamlı değildir. 
İradenin tecelli alanı ya yoktur, ya da irade yoktur.
Belki de şeytan birinci aynamız oldu insanlar olarak.
Bilincimizin denenmesi gerekiyordu. 
Onunla Aşk için kaybetmenin ne olduğunu öğrendik desek yanlış olur mu, bilmem.
Âdem, Havva için; Havva, Âdem için yoldan çıktı.
Yani Şeytan’ın Âdem’e secde etmemesi, Âdem’le Allah’ı paylaşmamak arzusundan oldu.
Ve Aşk’ınlığı orada başladı…
Şeytan’ın meleklerin hocası olduğunu Tevrat ifade ederken, aslında Tevrat editörlerinin kafa karışıklığını ortaya koyar.
Kur’an-ı Kerim’de böyle vurgulanan bir özelliği yoktur. 
Ama İsrailiyat medeniyet damarlarımıza işlemiş durumda.
Tevrat’a göre, “iyilik ve kötülük bilgisinin ağacından” insan yiyince, Tanrı “insan, bizden biri oldu,” der. Çünkü o bilgi tanrısaldır, ona mahsus bir mahrem alandır.
Öte yandan, bilmenin insanın günahkârlığına delalet ya da dayanak olduğu anlayışı öyle yerleşti.
“Şeytan, meleklerin hocası” oldu birden. 
“Bilmek” sapkınca bir eyleme dönüştü.
Kur’an-ı Kerim’deki haliyle ise, zaten hayır ve şerrin bilinmesi teşvik edilir. 
Kur’an-ı Kerim’in temel misyonu olarak da münker ve marufa dair bilgilenme ortaya çıkar.
Bilmekle gelen farkındalık aslında irademizin ve aslında bilincin kötülüğe direnmesini anlatır.
Bu anlamda İblis cinlerden olup meleklerden farklıdır: “Meleklere, Âdem’e secde edin demiştik. İblisten başka hepsi secde etmişti. O cinlerden idi, Rabbinin buyruğu dışına çıktı” (Kehf 50). Ve bu tarihçenin devamı gelir: “Allah şeytana sana emrettiğim vakit seni secde etmekten alıkoyan nedir? dedi.” İblis; ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu topraktan yarattın.” dedi.  Allah ise, “oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir.  Çık, çünkü sen aşağılıklardansın” dedi. Şeytan “bana tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver,” dedi.  Allah “haydi sen mühlet verilenlerdensin” buyurdu. (Araf 12-15).
Ve yine Tevrat editörlerinin yanlış yorumladığı bir şey daha var: “Aslında insanın zaten cennetten çıkması gerekiyordu.” Dahası, Tevrat’ın öncesine uzanan bir kadın algısı var. O da Lilith ile başlıyor. Rivayete göre, Likit Âdem’e üstünlük taslar ve kovulur. Daha itaatkâr olsun diye, Tanrı Havva’yı yaratır, ama nasılsa “kadın milletinin” genlerinde var olduğu sanılan bir damar bu sefer gene “fitne” çıkarır. 
Âdem’in cennetten çıkarılmasına O vesile olacaktır. Bu nedenle, Apokriflerin dilinde, ölümün nedeni olarak kadın ifade edilir. Dünya zordur… Zaten Tevrat’a göre Cennet Türkiye’nin güneydoğusunda olduğu için, cennetten çıkış, aşkın bir cennetten dünyaya değil, bereketli topraklardan çöle atılmak anlamına geliyordu.
İşte o Lilith zamanla bizim Leyla’mız olacaktır. Lilith hem gece hem ölümü ifade eder. Ve aslında Tevrat’ta yoktur. Yahudi folklorunda var. Lilith öyle bir korku unsuru olur ki, eski devirlerde çocukları sadece “Türkler geliyor!” diye değil, “seni Lilith’e veririm görürsün!” diye de korkuturlardı. 
Dahası, aslında, Cenneti gördükten sonra yeryüzüne zaten inmemiz, onu hak etmemiz gerekiyordu. Ondan dolayı idi bu iradi tasarım.  Meleğin melekliği Şeytanın Şeytanlığı insanda tecelli etmesi gerekiyordu. Kadını dünyadaki sıkıntıların ve ölümün nedeni gören Tevrat’ın aksine, Kur’an-ı Kerim Allah’ın yarattığı zamanın, İblisle parçalı tarihe dönüştüğünü anlatır. Bu nedenle, “tarih öncesi” dediğimiz dönem aslında, insanın dünya hayatına dair dönemdir. Öncesinde tarih zaten yoktur.
Dahası ilk halinde insan, Allah’ın iltifatına hak etmeden maruz kaldı. Sonrasında hak etmesi daha anlamlı olacaktı. Aşk böyledir. İnsanın şahitlik düzeyindeki varlığı, tecelliyle anlama ve idrak düzeyine inerken, sancıları artar ve onunla beraber de pişme süreci başlar. Tevrat’ta insanın “düşmesi,” Kur’an-ı Kerim’deki insanın cennetten çıkarılmasına denk bir anlamdadır. 
Peki, “af” tecelli ettiğine göre, dünyaya atılma nedendir? 
İnsanın dünyadaki varlığı bir kaç hasreti birden başlatır. 
Her güzel yer özleminde yaşadığımız da aslında odur.
Birinci hasretimiz Allah’ın lütfettiği şehadet makamıdır. 
Ruhen olan hasretin birinci kademesi Allah’ı doğrudan değil dolaylı olarak değil tezahürle algılamak.
Ve Cennetten ayrılmak ikinci kademe hasrettir. 
O alanda meleklerin de varlığı söz konusu idi. 
Ancak yine de insan onlarda üstündü.
Yani Vatandan sılaya başlarken yolculuk, Âdem ve Havva da ayrıca dünyada tadarlar hasretin yakıcılığını. Üçüncü hasret budur.
Ruhsal hasretten sonra, mahal ve hal hasreti ve sonrasında duygusal bir hasretin varlığı insanı dünya içinde hamlığını atmaya iter.
Sonraki hasret, Âdem ve Havva’nın çocuklarında başlar. 
Ve artık doğan her çocuk aslında hasretle doğmaya başlar. (Günahla değil!)
Her ceninin anneden ayrılması, insanın cennetten ayrılmasının temsilen ifadesi olacaktır. 
Hâsılı, dünya gurbet ve hasret mekânı olacaktır.
Sıla’ya dair her şey Cenneti anlatır. 
Anneyi anlatır, Aşkı anlatır, korunaklı ortamdaki bütüncül varlığımızı anlatır. 
Kendimizle bir olmayı anlatır.
Ve her sevgili aslında sılamız olarak içimizde doğuştan vardır. 
Arada vatanda kalırız, ama her daim sılada kalmamız ondan.
Hâsılı, takvim güneşten, aydan önce, hasretle başlar. 
Her doğum günü aslında hasretin başlangıcını kutlarız.
Sıla bir muttasıl vatandır. 
O nedenle vuslat dediğimiz, sonsuzluk çarpı ramak olarak yaşanır. 
Firkat asıl tarihtir.
An olur kendimize de hasret kalırız. 
Ve bu hasretler aslında diğer hasretlerin içimizde açtığı fay hatlarının zelzelesi olur. 
Sarsılmak…
Zellelerden bahsedenler vardır da, zelzeleleri unuturlar. 
Güya hafiftletirler ki, mutlak örnekler de heykel gibi dikilsin karşımızda.
Dikkat!
Ve hasretlerin bir kısmını duygusal yastık olarak ergenlik öncesi dönemde avutma çabalarımız olur. 
Freud anlamaz bunu, Lacan biraz yaklaşır.
Aradığımız aslında sılada bıraktığımız kendimizdir. 
Gurbetin bin türlü hali var. 
Ve Sılada kalan çocuk da cenin halini, cennetini arar hep.
Gurbette sıla görüntüleri olur bazı. 
Film gibi izleriz, bazen rüyada, bazen hallerimizde. 
Avunuruz bazı, ancak sonra daha alevlenir hasret.
Ve Hasreti aşmak arzusu belki bizi bazen meleğe, bazen Şeytana yaklaştırır. 
Ve aslında hasret onların aktivasyonu için lazımdır. Sancılıdır.
Her vatan toprağına dokunan dudak sılayla bir olmak arzusu olur. 
El içinde terleyen elde bir olmak arzusu, evimize kapanmalar benimizle bir.
Kendinden olduklarımızla, bizden olanlar arasında bir köprü gibi parça parça kalırız. 
Takvimler ve hasret arasında sılalaşır ömrümüz.
Masallarla başlayan hayatımız, kendi başına masal olana dek, gerçek sandığımız masalları kendimiz okumaya başlarız artık.
Ve birer anlatı olur takvimler, bir nokta, bir virgül ve arada ünlemler soru işaretleri yolda, sonrası üç noktadır.
Bir bir harflerimiz dağılır toprakta kendi elementlerine dönüşür. 
Masal olmuşuzdur sonrakilere. 
Yeni bir anlatı daha çıkar. 
Ok’unmak zamanı.
Hâsılı, yaşantılarımız sıla ile vatan arasında geçer…
Ne melek bilir sılayı, ne de şeytan. 
Ney’in yanışı, yakışı ondandır.