Akil Adamları Kaybetmek

103

 

Adliyelerin bir zamanlar onca davayla meşgul olmamasının sebebi her yerleşim birimimizde bir bilge kişinin yahut bir veya birkaç akil adamın bulunmasından kaynaklanıyordu.

Köyde, kentte bir sorun olduğu zaman taraflar sözkonusu bilge veya akil adamlara giderek, durumu anlatır, onlar da “Durun bir kitaba bakalım, ne yazıyor orada”diyerek, son kararını verir”sen haklı, sen haksızsın” biçiminde meseleyi çözer ve taraflar da bu karara uyardı. Öyle mahkemelere gitmek, adli makamları fuzuli yere işgal etmek yoktu.

ÇİÇEK VE ADALET ARASINDAKİ İLİŞKİ

Kanuni Sultan Süleyman Han döneminin anlatıldığı Muhteşem Yüzyıl dizisinde Ebusuud Efendi’nin çarşıyı teftişi sırasında pahalı, eksik ve hileli mal satan, ürün pazarlayan esnafa anında savunması alınarak verilen cezalar örnek oluşturuyor. Hele mahkeme safhasında baklava çalan çocuklara ve haklarını bilen boşanmak talepli bilgiç erkeğe duruşma safhasında Ebussud Efendi’nin verdiği çok ölçülü kararlar da öyle. Taraflar duruşmadan mutlu ayrılmasalar bile çok üzüntülü de değiller. Çünkü kararın doğru olduğunda hemfikirler.

Muhteşem Yüzyıl dizisi tartışılır. Ama Kanuni dizide Ebusuud Efendi’yi keşfediyor ve bir görev veriyor; “değiştirilmesi gerekli olan eski yasaların yerine yeni kanunlar hazırla, ancak bu yeni kanunların da önce islam sonra gelenek ile örtüştürülmesi gerek.” Ebusuud Efendi öyle yapacak. Ayrıca bir Kur’an tefsiri çalışması vardır Ebusuud’un. Dizinin bütün bunları hatırlatması önemli bir gelişme. Görev ayrıca Kanuni tarafındandan bütün Ebusuud Efendilere veriliyor, ayırım yok. İşte o çalıışmalar Sultan’ın “Kanuni” olarak da anılmasını sağlıyor.

Sanırım günümüzde önemli bir eksiklik Ebusuud Efendilerin olmaması. Ebusuud Efendi’nin Kanuni’ye gezdirdiği evinin bahçesinde hukukun ve adaletin de çiçekler gibi olduğunu anlatıp “Çiçeklere su verilmese kurur, çok su verilirse de çürür,  yaşaması için gerektiği kadar su verilmelidir. Adalet de böyledir Sultanım!” demesi galiba hala geçirliliğini koruyor.

OLMAZSA OLMAZLARIN İLKİ

Tarihimizde bunun örnekleri de çok. Ölçü Edebali’nin belirttiği gibi ” İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!” Türk Tarihinde bilhassa ihtişamların yaşandığı dönemlerin siyasi otoriteleri Fatih, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde Akşemsettinler, Molla Güraniler, Ebusuud Efendiler’in olması, padişahın onlarla istişare etmesi, yanlışlardan dönülmesine, eksikliklerin giderilmesine neden olmuştur. Akil adamlar her zaman otoritenin ilk çemberinde görev almışlardır. Olmazsa olmazlardandır.

Günümüze gelince dönüşüm ve değişim öyle hızlı akıyor ki, ürünlerin modelini bile takip etmekte insanlar zorlanıyor. Belki haklı da olabilirler ama mazeret çok. Fakat böylesi bir fotoğraf karşısında bir şeyler yapmanın gereği de kendisini hemen belli ediyor. Dijital gelişmeler karşısında  Kodak gibi dev fotoğraf, kamera  filmi kuruluşları kepenk kapattı ama, fotoğrafçılık sektörü bitmedi tam tersine daha pratik, uygulanabilir ve ucuza mal olabilecek bir döneme girdi. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’ye de aynen böyle girdi dijital uygulama. Çok da iyi oldu, herkes ve her kesim resim çekebiliyor, kamera kullanabiliyor hale geldi. Dijital yayıncılık da buna paralel gelişti. Fakat Türkiye’de kitap, gazete ve yayıncılık sektörünü ciddi biçimde vurdu. Peki nasıl?!

BİR BİZE , BİR ÖTE YANA BAKMAK

1970’li yıllarda kötü tercümesi, hedef kitlelere uzak konusu ile okuyucuların hiç de keyif almamasına rağmen, Milliyet’in yayınladığı “Tanrıların Arabaları” isimli kitap adeta kapalı kasa satıyordu, yoktu. Her gün yeni baskısı yapılıyordu. Yetişmiyordu. O yıllarda satılmaz diye bilinen bir eser dahi en az 5 bin basılıp, altı ayda tükeniyordu. Sinema ve tiyatrolar hem metropollerde ve hem de taşrada kapalı gişe oynuyordu. Konserler spor sergi sarayına sığmayınca, stadyumlar açılıyordu.

Bunları neden hatırlatıyorum derseniz, açıklayayım; değişim ve dönüşüm bütün dünyada oluyor, dijital yayıncılık özellikle gelişmiş batı ülkelerinde daha fazla yaygın. Ancak ABD ve Avrupa Birliği ile Japonya’da hala kitaplar milyon adet basılıyor, sinema, tiyatro ve konserlerde hala kuyrukta bekleyen sanatsevenleri görmek mümkün. Yazarlar, çizerler, sanatçılar aristokrat gibi yaşayabiliyorlar. Telifler o kadar güçlü.

SSCB bu konuda örnek iken çözüldükten sonra ikmale bile değil sınıfta kaldı. İslam dünyası okumada ve yayıncılıkta ise elifbayı sökse de, “oku” emrine rağmen kolayacılığı, hantallığı, neme lazımcılığı, tembelliği üzerinden atamadı. Türkiye de bundan nasibini aldı. Deneme, hikaye, şiir ya lütfen sahibi hatırına basılıyor, yahut sanatçı kendi imkanlarıyla yayınlıyor. En kabadayı eser bin adet baskıya veriliyor. Sanatçının, yazarın bırakın geçinmeyi, takatı tükenmiş,artık dayanacak gücü yok.

BİZİ GİDİ BİZİ  HOVARDA MİRASYEDİLER

Dolayısıyla hala bir taraf Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek’in, karşı yan ise Nazım Hikmet Ran’ın  bir türlü bitmeyen mirasını yiyor.

Türk Dünyası İsmail Gaspıralı’nın, Abdülreşit İbrahim’in, Bahtiyar Vahapzade’nin, Abay’ın, Tokay’ın, Çokay’ın, Fıtrat’ın, Ali Şir Nevai’nin, Cengiz Aytmatov’un geride bıraktığını sırtlıyor.

İslam Dünyası ise Bediüzzaman Said Nursi, Seyit Kutup, Hasan El Nedvi, Mevdudi, Malik Bin Nebi, Hasan el Benna Yusuf Kardavi , Aliya İzzetbegoviç, Muhammed İkbal  ve Ali Şeriati’nin görüşleriyle tabanının ittihadını sağlamaya, ayrışmayı önlemeye çalışıyor. Üstelik otoritenin baskılarına sakin. Bu örnekleri çoğlatmak mümkün, ancak hala yerlerine yeni bir isim ve resim bulunanamış, bu akil adamların mirasları hovardaca tüketiliyor.

Peki nereye kadar? Üstelik Türkiye’deki gelişmeler bir umud ile beklentiye neden oluyor. Ancak bilinmiyor ki ekonomik ve siyasi gelişmeler; medeniyet, kültür ve sanat hayatıyla sürekli örtüşerek paralel gitmiyor. Hep ihmal edilen taraf oluyor, bir sonraki dosyada sümende bekletiliyor.

BİRAZ TEKRAR, BİRAZ HAMASET, BİRAZ  VEFA

İstanbul’u gözlemliyorum, kamusal alanda kültür etkinlikleri ya ölüm yıldönümlerinde bir vefa, ya mazide kalanları gündeme taşımak, biraz hamaset ile yeniden değerlendirmek biçiminde, yahut biz de yaptık, biz de varız şeklinde, tekrardan öte gitmiyor. Hiç ses getiren bir proğrama henüz rastlamadık. Fakat bunlar gerçekleşmese daha da geriye gidilir, iyi ki böyle bir endişe, böyle bir resmiyet mevcut. Birkaç gönüllü kültür adamı kolları sıvamış da böyle bir çerçevede yansıyor. İstanbul  Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı’nın sanat hareketliliği öteki hiç bir kentimizde malesef yok, hatta kıyas bile edilemez.

Cemaat vakflarının dışında  öteki sivil toplum kuruluşlarından ESKADER, Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, İlesam, Kubbealtı, TYB, Türkocağı, Türk Edebiyatı Vakfı, Divan Edebiyatı Vakfı, Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı, İstanbul Tasarım Merkezi hemen göze çarpanlar. Gülhane’deki Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi gerçekten nefis bir yer. Fakat ” kaç kişinin istifade ettiği” sorusunu hemen sorabilirsiniz. Solun üzerine ölü toprağı serpilmiş sanki. SSCB dağıldı, Türk solu da bitti adeta.

DİKKAT ÇEKENLERİ HATIRLAYIN

Türkiye’de son 10 yılın kültür cephesindeki notlarıma bakıyorum yok denecek kadar az. Nedeni ise insana yatırım yok da ondan! İyi ki cemaatler, sivil toplum kendi insanını yetiştiriyor. “Yunus Emre Enstitüleri”, “TİKA” gibi gerçekten çok önemli bir oluşumdu kamu kesiminde. Kültür ve medeniyet hareketimizde hayırlı bir hizmetin yürüyüşü başlatıldı. Sonra Başbakanlık’ta “Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı” hayata geçirildi. “Türk Konseyi” kuruldu. Artık hizmet zamanı “Avrupa Birliği mi, Türk Birliği mi?” tartışması işte bunun için başladı. Bir yarım asır AB ile birlikte Türk Dünyası için de zaman ayrılsaydı çok mesafe alacaktık. Düşünmeye değemez mi?

Kültür Bakanlığı’nın yurtdışına kaçırılmış kültür eserlerimizin Türkiye’ye getirilmesi çalışmaları da takdire şayan. Yeteri kadar yaygınlaşamayan “müze kartı” da öyle. “Mem u Zin”in orijinal dilde yayınlanmasını keşke sivil toplum yapsaydı. Televizyon dizilerimizin yurtdına satılması ve büyük ilgiyle izlenilmesi de çok önem arzediyor. Kars’taki “ucube anıtı” iddiaları ne kadar da tartışıldı? İstanbul Kültür Başkenti Yılı bu kadar değerlendirilmedi, denetlenmedi doğrusu! Muhafazakar sanat tartışması da sanırım son 10 yılın önemli zaman ayrılan  dilimi oldu. Gerçekten neo-liberallikten çıkılıp muhafazakar sanata bir yöneliş mi gerçekleşti? Ne dersiniz?

“BİZİMKİ TÜRKÇE SEVDASI”

Kültüre teşvik var mı? Evet sinema yapımcıları ve özel bazı tiyatrolar bundan istifade ediyor. Senaryo yazımları da bundan nasipleniyor. Ne kadar netice alınabilinir? Galiba bir ekonomistin vereceği cevap olacak bu. Dev kültür merkezlerine harcanan kaynak, proğramlarına yansımıyor; miniminnacık.

Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Başkanı, öğretmen asıllı politikacı Ekrem Erdem “Bizimki Türkçe Sevdası” derken, keşke bu sesin Başkent’teki siyasi otoritede daha fazla çıkması sağlansa. Hükümet proğramındaki “duble yol”u, “bölünmüş yol”a çeviren Ekrem Erdemlerin sayısı artsa.

İstanbul Türkçesi Türk Dünyası ve islam coğrafyasında ortak dil olmalı. Söz konusu ülkelerin dil ve lehçelerini öğrenmek de kolaylaştırılmalı esasında. Gidip gelmeler artmalı, ortak sanat, kültür ve medeniyet hareketi yayğınlaştırılmalı. Peki neden henüz yapamıyoruz? Akil adamlarımız , ferasetli maruf insanlarımız, sağduyulu bilgelerimiz devrede değil çünkü. Coğrafyamızda kaybettiklerimizin yerine yeni isim ve resimleri koyamadık, ortak akılı harekete geçiremedik. Esas sebep bu.

Galiba artık soluklanmamız yeter, düşünmek ile birlikte yeniden kültür, sanat ve medeniyet yürüyüşümüzü hayata geçirmek zamanı; herkes ve herkesim kendi imkan ve kabiliyeti kadar üstelik. Fazla değil her halde?!