Kainat ve Allah

105

 

Kâinât. Evren. Zerre ve atomdan tâ seyyârâta. Gezegenlere. Galaksilere. Ve daha bilmediğimiz.  Görünen görünmeyen mevcûdâta kadar, tüm varlıkları ile küçük büyük birer dil hükmünde. Tamâmı. Bütünü ile birlikte Allah’ın var ve bir olduğuna muazzam, çok büyük bir bürhân. Bir delîl. Bir kanıt.

Gayb. Görünmeyen hâl lisânı. Hâl dili.  Allah’ın var ve bir olduğuna şâhit. O’na şâhitlik. Ona tanıklık etmekte. İşte bu gayb lisânı. Basarla. Baş gözüyle görünmez dil. Kalb gözüyle.  Basîretle görülür. Şahâdetle Allah’ı müsebbih. O’nu tesbîh eder. O’nu san’atı ve mükemmelliği ile över. O’na şahâdet ve şâhitlik eder.

Evet gayb lisânı. Hâl dili muvahhit.  Allah’ın birliğine inanır. Bunu kabûl eder. Allahı birler.     Evet Kâinât. Evren. Bütünüyle. Varlığın. Rahmet sâhibi. Rahmân olan Allah’ın tevhîdini. Birliğini. Büyük bir sesle âdeta haykırır. O’nu zâkir. Zikredici ve anıcıdır. Allah’ın var ve bir olduğunu hatırlatır. Bunu hâl dili  ile ifâde eder. Ve der ki: “La İlahe illa Hüve.” “O’ndan başka İlah yok. Ancak O var.” (Âl-i İmrân: 18; Tevbe: 129; Hûd: 14)

Kâinâtın bütün hüceyrâtı. Hücreleri. Zerrâtı. Zerre ve atomları. Lisân-ı zâkir. Allah’ın var ve bir olduğunu zâkir. Zikredici birer lisân ve dil.

Kâinât’ın bütün erkânı. Esâsı. Kaaide ve kuralları. A’zâsı. Uzuv ve organları. Allah’ın var ve bir olduğunu zâkir. Zikredici. Anıcı birer lisân. Birer dildir.

Onlar. İşte o büyük sesle berâber derler ki: “La İlahe illa Hüve.”

O dillerde tenevvü ve çeşitlilik var.

O seslerde merâtip ve mertebeler var.

Fakat. Her şeyin savtı. Sesi. Zikri. Anışı. Bir noktada toplanır. Ki o da: “La İlahe illa Hüve.”dir.     Bu Kâinât. Bu Evren. Bir insân-ı ekber. En büyük insân hükmünde. Dâim zikirde. Allah’ın var ve bir oluşunu. Büyük sesle. Durmadan söyler durur.

Kâinât ve Evren’in bütün eczâsı. Cüzleri. Parça ve kısımları. Zerrâtı. Zerre ve atomları. Küçücük sesleriyle. O bülent. O yüksek sesi oluşturur. Ve berâberce derler ki: “La İlahe illa Hüve.”

Şu Âlem. Şu Kâinât. Şu Evren. Sanki bir zikir  halkası. Aşr’ı. Kur’ân’dan on âyetlik bölümleri. Okur hâlde.

Okudukları o Kur’ân ki maşrık-ı Nûr. Nûr’un doğduğu yer. Nûr’un kaynağı. Hakîkat ve gerçek ışığının doğduğu yer.

O gerçek ise Allah’ın var ve bir olduğu gerçeğidir.

Nitekim bütün zîrûh. Rûh sâhibi canlıların. Tek bir fikirleri var. O da şu: “La İlahe illa Hüve.”     Bu Furkaan – ı Celîlü’ş – Şân. Hakk’ı Bâtıl’dan ayıran  Şânı Yüce Kur’ân. Tevhîdi. Allah’ın var ve bir olduğu inancını  nâtık. Konuşan bürhân. Delîl ve kanıtlardan ibâret.

Bütün âyâtı. Âyet, cümle ve delîlleri. Kâinât sayfasının. Allah’ın birliğine delîl olan her bir parçası gibi sâdık. Doğru birer lisân ve dildir.

İşte böyle bir Kur’ân’ın şuaâtı. Işık, parıltı ve nûrları. Bârika-i îmân. Îmân ve inanç huzmeleridir. Onları göstermesinden başka bir şey değil. Berâberce derler ki: “La İlahe illa Hüve.”

Kulağını ger. Eğer yapıştırsan şu Furkaan’a. Hakk’ı Bâtıl’dan ayıran Kur’ân’ın sînesine. Göğsüne. Derinden tâ derine. Sarîhan. Açıkça işitirsin ki: Semâ ve Gök’ten, Semâvî. İlahî kaynaktan gelen. İlâhî olan bir sedâ. Yüksek. Ulu bir sesdir ki, der: “Lâ İlâhe illa Hüve.”

“İlâh yok. Ancak O var.”

3584

O sestir gâyeten, son derece ulvî. Yüce. Nihâyet, son derece ciddî. Önemli ve samîmî.

Hem nihâyet, son derece mûnis. Câna yakın. Muknî.  Akla uygun ve iknâ edici. Üstelik bürhân, delîl ve kanıtla mücehhez ve donanımlı. Her ihtiyâcı görecek şekilde tamâmlanmış. Mükerrer.  Tekrâr tekrâr ifâde edilmiş olarak der ki: “Lâ İlâhe illa Hüve.” “İlâh yok, ancak O Allah var.”

Şu bürhân-ı münevver. Nûrlu. Parlak delîller sâhibi Kur’ân’ın cihat-ı sitte denen altı  ciheti. Altı yönü var. Hepsi de şeffâf. İçlerini olduğu gibi gösterir. Çok parlaktırlar. Üstü münakkaş. Nakışlarla süslü. Müzehher. Çiçeklerle donanmış  görüntüsü veriyor. Böyle bir sikke-i i’câzı var. Yâni taklît edilmezlik mûcizesi var. İşte bu mühür içinde. Nûr-u hidâyet. Hidâyet nûru. parlak bir ışık var. Ve der ki: “La İlahe illa Hüve.” “İlah yok. Ancak O Allah var.”

Evet. Altında nescolmuş, dokunmuş. Müheffef. Zarîf, ince ve nâziklik var. Mantık. Akla uygun söylem ve düşünce. Muhâkeme. Doğruluk ve isâbetlilik var. Bürhân, delîl ve kanıtlarla dopdolu.

Sağında aklı istintak edip konuşturuyor. Her tarafı mürefref. İnce ve zarîfliklerle çerçevelenmiş hâlde.

Ezhân ve zihinler ise “Sadakte.”  “Doğru söyledin. Seni tasdîk eder, doğrularız.” İfâdesiyle; bu gibi mânâ ve anlamları fehmeder. Derk edip algılar. Tabii ki yine “La İlahe illa Hüve.” diyerek.     Yemîn. Sağ yol. Sağ cihet olan şimalinde. Kuzeyinde ise; vicdânı, yâni insânın doğruyu bulma duygusunu istişhât eder. Şâhit  tutar.

Emâmında. Önünde. Hüsn ü hayır. Güzel ve hayır  var. Hedefinde saâdet. Onun miftâhı, anahtarı ise her dem terennüm edilen: “La İlahe illa Hüve.”  “İlah yok. Ancak O Allah var.” söylemi.

Emâm olan , önü sayılan verâsında. Ötesinde; ona mesnet, ona dayanak semavîlik ve göksellikdir ki, mahzâ vahy-i mahz-ı Rabbanîdir. Varlıkları yaratan, besleyip terbiye eden Rabbin; sırf vahiyden ibâret olan sözüdür.

Bu şeş cihet. Altı yön. Ziyâdâr. Aydınlık içinde. Işıklı bir durumda.

Bürûc ve burçlarında tecellîdâr. Tecellî edici. İlahî kudret eseri olarak der ki: “La İlahe illa Hüve.” “İlah yok. Ancak O Allah var.”

Evet vesvese-i sârık. Hırsız vesvese. Hırsızların kuruntusu. Bâ vehim. Vehimli, kuruntuyla dolu.  Şüphe. Vehim ve kuruntularla berâber şüphe-i târık. Karanlık şüphe. Yol şüphesi. Yolun şüpheli oluşu gibi tereddüt verici şeylerin ne haddi, yetki ve değeri var ki, o mârık, tefrikacı, dönek, o dinsiz girebilsin. Bu bârık. Şimşek gibi parlak. Aydınlık Kur’ân Kasrı’na. Kur’ân Köşkü’ne.

Hem o şârık. Parlak. O nûr saçan Kur’ân ki, sur ve kale duvarı hükmünde olan sûreler. Kur’ân bölümleri. Yine Kur’ândaki şâhik; yüce burçları olan kale. Ulu dağ. Yüksek ve yüce her bir kelime. Bir melek-i nâtık. Konuşan bir melektir  ki, “La İlahe illa Hüve.” “İlah yok. Ancak O Allah var.” Deyip durmakta.

3585

 

 

Önceki İçerikMustafa Kemal’i Anarken…
Sonraki İçerikPKK Karşısında Pes Etmek
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.