Meşhûr târihçimiz İsmâil Hâmi Dânişmend’e göre Dünyâ Târihi’nde ilk Demokrasi’yi Türkler kurmuş ve iki meclisli ilk Parlâmento’yu da Türkler têsîs etmiştir.
Orta Asya’daki göçebe Türk İmparatorlukları’nın bile dünyâda misli görülmemiş bir takım Demokrasi esâslarına dayandığı tespît olunmuştur.
Yine İsmâil Hâmi Dânişmend’e göre, İslâmiyet’ten sonraki Türk Devletleri’nde de muhtelif / çeşitli tezâhürleri görülen bu târihî ve millî husûsiyetimiz, Türkiye’nin azamet devrinde çeşitli milletlere mensûp Avrupa âlimleri tarafından asırlar boyunca tetkîk edilip Hristiyan Garb’ı titreten eski Türk İdâresi’nin bir “Mutlakiyet” değil, aksine bir “Demokrasi” olduğunda ittifâk edilmiştir. (Garp Menbâlarına Göre: ESKİ TÜRK DEMOKRASİSİ, İsmâil Hâmi Dânişmend, İstanbul – 1964, s. 3)
Yeryüzü’nde ilk Demokrasi’yi de, ilk Parlâmento’yu da bundan beş bin yıl evvel Türkler kurmuştur. Bu târihî hakîkati tespît eden de, Garp / Batı ilmidir.
Gene aynı ilim, İslâmiyetten evvel Orta Asya’da kurulmuş Göçebe Türk Devletleri’nin bile bünye îtibâriyle Demokratik bir nizâma istinât etmiş / dayanmış olduklarını tespît etmiştir.
Dünyâ Târihi’nde İlk Demokrasi ve İlk Parlâmento, bütün medeniyetlerle ilimlerin ve san’atların kaynağı ve menbâı olduğunda artık ittifâk edilen / birleşilen Sümer’de kurulmuştur. (a.g.e. s. 7)
İsmâil Hâmi Dânişmend’e göre, Sümer Medeniyeti’ni kuran da, Orta Asya’dan oraya gelmiş olan bir Türk Câmiası / Türk Topluluğudur. (a.g.e. s. 7 – 8)
Evet, târihin her devrinde kurulmuş olan devletlerimizde, Cumhûriyet şeklen ve ismen olmasa bile, rûhen ve muhtevâsının somut tatbîkâtlarıyla vardı. Nitekim Osmânlı Devleti, bu uygulamaların göz yaşartıcı ve iftihâr verici örnekleriyle doludur:
Osmân Bey, sefere başlamadan önce arkadaşlarını toplar, maksadını anlatır, durumu müzâkere eder, sonra karar verirdi. Böylece, herkes gönüllü olurdu. Varılacak hedefi önceden bilirdi. (Türkiye’nin Kaderi, Kadircan kaflı, İstanbul – 1965, s.15 – 16)
Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultân Selîm’in Hıristiyanları zorla Müslümân etme kararını iptâl ettirmiş, sonra ona şöyle demişti:
-Sultânım, sen Şerîat’ten / İslâm’dan, Adâlet’ten ayrılır da kendi kendine bir hüküm verirsen ve onu infâz ettirirsen, ben de senin pâdişâhlıktan indirilmen için fetvâ çıkarırım.
Yavuz, buna karşılık onu mükafatlandırmıştı. (a.g.e. s. 18)
Yıldırım Bayezid, Bursa Kadısı Şemsettin Fenarî huzûrunda bir mes’ele için şâhitlik etmiş, lâkin bu şâhitliğe Kadı değer vermemiştir. (a.g.e. s. 17)
Osmânlı Pâdişâhları’nın “mutlak hükümdâr” oldukları zannı çok yanlıştır. Birçok pâdişâhın fetvâlarla tahtlarından indirildikleri bunu gösterir. Bâzı hâllerde Pâdişâhlar da Şeyhülislâmları azletmişlerdir.
Vezîrler ise icrâ kuvvetini temsîl ediyorlardı. İcrâyı faydalı ve kaanûna uygun yapmadıkları takdîrde Pâdişâhça azlediliyorlar / görevden alınıyorlardı.
Kuvvetler ayrılığı, kuvvetlerin birbirini murâkabesi ve yetkilerin sınırlı, fakat tâm olması Osmânlı Devleti’nin bünyesine çok sağlamlık veriyordu. (a.g.e. s. 26 – 27)
Bu husûsu bir hukûk âlimi olan merhûm Prof. A. F. Başgil şöyle ifâde ediyor:
“Devlet teşkîlâtında kuvvetler ayrılığı uygulaması, Hz ömer devrinde başlamıştır. İdâre ve kazâ yâni yargı ayırımı yapılmış, bunun yanında devletin en yüksek müzâkere ve karar organı
486
olarak bir Şûrâ Meclisi kurulmuştur. Bu meclis, kabîle mümessilleriyle / temsilcileriyle halk temsilciliklerinden teşekkül eder / meydâna gelirdi.” (Başgil, A.F., Anayasa Prensipleri, C.1, 63.)
Böylece denilebilir ki, İslâmiyet Şûrâ’yı esâs almakla Temsîlî Cumhûriyet tarzını ortaya koyan bir siyasî anlayışa açık bulunmaktadır.
Diğer bir ilim adamı ise, kazâ / yargı organı ile idâre / yürütme organı arasındaki ayrılığın tâ Hz. Muhammed devrinde yapıldığı görüşündedir. -Turnagil, İslâmiyet ve Milletler Hukûku, 66- (Bedîüzzamân Said Nursî ve DEVLET FELSEFESİ, Safâ Mürsel, İstanbul – 1976, s. 266 – 267)
Nitekim Osmânlıların Şeyhülislâmlık makaamını ihdâs etmeleri / kurmaları görülmemiş bir husûstur.
Osmânlı Devleti’nde danışma, siyâsetin temeliydi. (Türkiyenin Kaderi, Kadircan Kaflı, İstanbul – 1965, s. 26 – 27) Çünkü her çeşit Meşveret’in yâni Danışma ve İstişâre’nin netîcesine uygun hareket etmek, İslâm’da vâcib / kesin emir derecesinde gerekli görülmüştür. (Bedîüzzamân Said Nursî ve DEVLET FELSEFESİ, Safâ Mürsel, İstanbul – 1976, s. 266 – 267)
Osmânlıların Yükselme Devirleri’nde Pâdişâhlar, Vezîrler, Kazaskerler, Beyler hakkında kaanûn veya misâl / örnek bulunmayan hâllerde, mutlaka danışırlardı. Onların bu meziyetleri hatâlarını pek azaltır, başarılarını çoğaltırdı.
Meselâ Sultân Birinci Murat, Kosova Savaşı’ndan önce Kumandanlarla danışmada bulunmuştu. (Türkiyenin Kaderi, Kadircan Kaflı, İstanbul – 1965, s. 26 – 27)
Kaanûnî, Mohaç Savaşı’ndan önce danışmada bulunmuşlardır. Yalnız savaşlarda değil, her türlü devlet işlerinde çok zamân Pâdişâh, Vezîrler, İlim Adamları ve Kumandanlar müşâvereyi / danışmayı ihmâl etmezlerdi.
Murâkabe ve Müşâvere sâyesinde Osmânlı İdâresi o kadar mükemmeldi ki, Fâtih Sultân Mehmed’in çağdaşı olan ve Siyâset San’atı hakkındaki “Prens” isimli meşhûr eseri meydâna getiren İtalya’lı Makyavelli bile, Osmanlı İdâresi’nin, o zamânki idârelerin hepsinden daha iyi olduğunu yazıyordu. (a.g.e. s. 27 – 28)
Hükümdârlar, Vezîrler, her derecede Mêmûrlar ve Kumândanlar yetkilerini tâm olarak kullanırlar, lâkin bu yetkinin İslâm Dîni tarafından çizilen hudûdunu geçmemesi gerektiğini, geçerse kuvvetinin ve yetkisinin hemen sıfıra ineceğini bilirlerdi.
Pâdişâh bile “insan üstü” olmak imtiyâzına sâhip değildi. Gurûra kapılmanın zarârları bilindiği için, vazîfeli bir insânın her defâsında, Dîvân’da şöyle bağırdığı rivâyet edilir:
-Mağrûr olma Pâdişâhım, senden büyük Allah var…
En büyük, en kuvvetli, hatâsız, ezelî ve ebedî varlığın, ancak Allah olduğuna kesin bir şekilde inanıldığı için, görevin hudûdu yetki ve sorumluluk sınırını aşmıyor, faydalı ve seciyeyi / ahlâkı çelikleştiren dozunu devâm ettiriyordu. (a.g. e. s. 29)
487 – 490