Tanzîmâtla beraber aydınlarımız, rûhen mevcût olan Cumhûriyet düşüncesinin yâni Meşveret ve Danışma’nın yok olmaya başlamasıyla; cismen gerçekleştirmek üzere, önce Meşrûtiyeti düşünmeye ihtiyaç duydular. Namık Kemâl bu husûsta Batı’yı alıyoruz sanılmasın derken; aslında İslâm’da olup da, bigâne ve kayıtsız kaldığımız için, Batı’da zuhûr eden kendi değerlerimize -geç te olsa- sâhip çıkıyoruz demek istemiştir.
“Klâsik anlamda Meşrûtiyet, devletin başında yetkileri sınırlı bir kral veya hükümdârın bulunduğu idâre şeklidir. Hükümdâr genellikle irsî olarak bu makaama gelir. Hükümdârın vereceği siyasî tâvizlerle Meclis’in teşekkülü sağlanır. Meclis içinde kurulan hükûmet hükümdâra bağlıdır. Her ne kadar Parlâmento’lu bir idâre şekli görülürse de, son söz yine devlet başkanınındır. İktidar yetkisinin büyük bir ekseriyeti onun elindedir.”
Gerçek bir idârenin ancak Cumhûriyet ve bunun Asr-ı Saâdet’te görülen şekliyle olması gerekirken; yine de Cumhûriyet, bâzı kayıt ve şartlara bağlanarak benimsenilecek bir rejimdi. Çünkü bu rejim; Meşveret, Adâlet ve Kuvvet’in Kaanun’da toplanmasından ibârettir.
Böylece Meşrûtiyet; Adalet’e, İstişare ve Danışma’ya ve Kaanûn Hâkimiyeti’ne dayanan esâsları içeren bir rejimdir.
Meşrûtiyet’in ve Kaanûn-u Esasî’nin, yâni Anayasa’nın Hakîkî Adâlet ve İslâm Dâiresi’ndeki Meşveret’e dayalı olması gerektiği ifâde edilmiştir.
İstanbul’daki talebe nümâyiş ve gösterilerinde Meşrûtiyet’in iyi karşılanması tavsiye edilmiş, muhâfazasına çalışılması gerektiğine işâretle, dünyevî saâdetin de buna bağlı olduğu belirtilmiştir. Aksi takdîrde daha büyük ve tehlikeli bir istibdâd ve baskının gelebileceğine dikkat çekilmiştir. (Bediüzzaman Said Nursî ve DEVLET FELSEFESİ, Safâ Mürsel, İstanbul – 1976, s. 259 – 260)
Nitekim Meşrûtiyet’in kıymeti bilinmediğinden; kişisel çekişmeler, kısır boğuşmalar sonunda, Abdülhamid’in şefkatli ve sözde istibdâdı yerine fiilî bir zümre istibdâdı bu güzel gelişmeyi söndürmüş ve Meşrûtiyet lâfta kalmıştır.
“Geçen asrın sonları ile yirminci asrın ilk yıllarında görülen ve yarım asra yakın siyasî hayâtı meşgûl eden bu rejimin, çok yönlü ve mâceralı bir gelişme arzettiği görülmektedir.
“İsyân ve karışıklıklar içinde, iç ve dış mes’elelerin memleket ufkunu kararttığı günlerde Meşrûtiyet’in etrâfında birçok hâdiseler cereyân etmiştir.
“Bir ucu ve aslı Ordu’ya dayanan İttihad ve Terakkî Partisi meşrûtî rejim vaadleriyle iktidâra gelmiştir.”
Meşrûtiyet’in ilânı üzerine Bediüzzamân yine halka ve meb’ûslara şu meâlde bâzı hitâplarda bulunmuş ve demiştir ki:
“Meşrûtiyeti meşrûiyet ünvânı ile anlatıp telkîn ediniz. Tâ, yeni ve inançsız bir istibdâd, pis eliyle o mübâreki, düşmânlarına ve karşıtlarına siper etmekle lekedâr etmesin.
“Hürriyeti, inanç dâiresiyle sınırlayınız. Zîrâ, câhil halk, kayıtsız hür olsa, şartsız tâm serbest olsa, ahlâksız ve itâatsiz olur.”
Bu sözlerle Meşrûtiyet’in gerçek mânâsıyla işlemesi ve bu isim altında iktidârı eline alanların istibdâda başvurmamaları istenmiştir.
Bu rejimin hem idâre edenler, hem de idâre edilenler bakımından faydalı olabilmesi için, verilen hürriyetlerin İslâmî ahlâk ve terbiye içinde kullanılması ve sınırlanmasının gerektiği. Aksi takdîrde, halkın itâatsizliği ve sefîh yaşayışı ile Meşrûtiyet’ten beklenen netîce alınamıyacağı belirtilmiştir.
Mâdem ki, Meşrûtiyet’te hâkimiyet milletindir. Millet varlığını göstermelidir denilerek, Meşrûtiyet’in mâhiyeti ve hedefi tâyin edilmiş; söz konusu rejimin ehemmiyeti ve lüzûmu ise şu ifâdelerle gösterilmiştir:
Asya’nın bahtını, İslâmiyet’in tâliini ve tâlihini açacak yalnız Meşrûtiyet ve Hürriyet’tir. Fakat İslâm çerçevesindeki terbiye altında kalmak şartıyla.
Meşrûtiyet üzerindeki bu görüşler, aslında bir Cumhûriyet târif ve tavsîfinden başka bir şey değildi. Çünkü yukarıdaki fikirler, cumhurî bir düşüncenin esâsını içine almaktaydı. (a.g.e. s. 263)
Fıtraten / yaratılıştan medenî olan İnsân, aslında hep Cumhûriyet peşinde koşup durmuştur. Hâlen de elde ettiği bu nîmeti, tâm rayına oturtma mücâdelesi vermektedir.
Zâten Cumhûriyet de, Asr-ı Saâdet ve Dört Halîfe devrinde olduğu gibi, Adâlet, Meşveret yâni Meclis Usûlü ve Kuvvet’in kaanûnda toplanmasından, yâni kaanûn hâkimiyetinden başka bir şey değildi.
Gerçekten:
“Dört Halîfenin her biri hem bir Halîfe, hem Reisicumhûr idi. Hz. Ebu Bekir, Sahâbe’ye elbette reisicumhûr hükmünde idi.
“Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki gerçek Adâlet’i ve inanç dâiresinde olan Hürriyet’i taşıyan dindâr bir Cumhûriyet’in reisleri idiler.”
Cumhûriyet’in îcap ettirdiği bâzı müesseseler / kurumlar vardı ki, onların üzerinde de durulmuştur.
Bunlardan başta geleni Şûrâ Prensibi’dir. Yâni, Meclis Usûlü’nün benimsenmesi asıldır.
Çünkü Cumhûrî bir idâre şeklinin temel esâslarından birisi Şûrâ’ya uyulmasıdır.
Devlet adına ve devlet işleri için alınacak kararların, seçilmiş ve yetkili meclisler tarafından alınması, İslâm’ın ilk zamânlarından beri görülen bir uygulamadır.
Nasıl ki, Hz. Peygamber ve ondan sonraki zamânlarda hükmünü yürüten Hakk ve Delîl idi. Akıl ve Meşveret idi. Şek ve Şüphe taşıyan hükümler değildi.
Buradan anlaşılıyor ki, Meşveret’e / Meclis Usûlü’ne dayalı, gizlilikten uzak, Delîl’e ve Hakk’a bağlı bir uygulama asıl idi.
Rejimin işleyişinden şikâyet edilmemesi için, açık bir siyasî rejim görüşü mutlaka gerekliydi. Bunu têmîn edecek vâsıta ise, Hey’et Hâlinde ve Şûrâ Esâsları içinde çalışacak Meclisler olmalıydı.
Meclis Tarzı idâre ve onun tabiî netîcesi olan Şûrâ’nın lüzûmu gerekliydi. (a.g.e. s. 265) Çünkü:
Eski zamânda sosyal bağlar ve geçim ihtiyâçları ve medenî imkânlar o kadar çoğalıp, dallanıp budaklanmadığından, bâzı az sayıdaki adamların fikri, devletin idâresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamânda sosyal ilişkiler o kadar çoğalmış ve geçim maddeleri o derece artmış ve medenî imkân ve faydalar o kadar çeşitlenmiş ki, ancak milletin kalbi hükmünde olan Meclis ve Halk’ın fikri makaamında olan inanç dâiresindeki Meşveret yâni Danışma, Ordu ve Medeniyet’in kuvveti sayabileceğimiz fikir hürriyeti o devleti taşıyabilir, idâre ve terbiye edebilirdi.
Bu hakîkate örnek; eski istibdâd hükûmeti, yeni meşrûtî hükûmetti. (Bediüzzamân Said Nursî, DİVÂN-I HARB-İ ÖRFÎ, Sinan Matbaası-1960, s. 66-67)
481- 485