Sırr -ı Azim

111

Baba ve Anne’nin aldığı en büyük zevk ve lezzet; çocuklarının kendilerine anne veya baba diye seslenmesi, hitap etmesidir. Anne ve babalar çocuklarının bu sihirli sözü söylemesini ve bunu işitmeyi dört gözle beklerler.

Çocuklarına herşeyi feda etmek, onları mutlu kılmak için ellerinden geleni yapmaya âmâde olurlar. Ama şarta bağlı olarak. “Baba”veya “Anne” sözcüklerini işitmeye. Bu hitaba masadak olmaya bağlı.

Nitekim anne ve babalar, “Baba” veya “Anne” sözünü duyacakları günü sabırsızlıkla beklerler. Duydukları zaman sanki çocuklarına şu sözü der gibidirler: “Dile benden ne dilersen!”

İşte Allah da kullarından; çocuğun ana-babasına yönelmesi gibi kendisine yönelmesini istiyor. Ona olan ihtiyaçlarını dile getirmelerini bekliyor. Bunu hatırlatmak için ağlayıp sızlamalarını ve hatta olanca sesleriyle feryat-figan etmelerini duymak istiyor. Aczlerini dile getirmelerinin karşılığında ise merhametle, âdeta coşup taşacağını müjdeliyor, muştuluyor.

Böylece merhameti galeyana gelsin. Muhabbeti cuş-u huruşa gelsin. Bu vesileyle sanki vermeye can atacak hâle gelsin istiyor. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Yüce Allah.

Sual /soru nasıl ki, bilginin anahtarıdır. Dua yani istek ve arzuyu dile getirmek de asıl ve en büyük yardımcıyı çağırmak demektir. Ona, yalnız ona yöneldiğimizi bildirmek demektir.

İşte asıl istenecek makamın; ilahî makam olduğunu can-ı gönülden belirtmenin fiil ve eylemine dua diyoruz. Dua ki, davet etmek,çağrıda bulunmak demektir. Bir bakıma Allah’ın ilgisini çekmek için dua lisanıyla mesaj göndermek. O’nun tarafından zaten bilinen içi; dışa vurmaktır.

Zaten gani olan Allah, kuluna vermek için bahaneler arıyor. İşte bu bahanelerin başında DUA geliyor. Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah, kulunun duasını kabul etmek için bunu ve bunun gibileri bahane ediyor. Çünkü Allah; bahaya değil bahaneye bakıyor. Her şeyde olduğu gibi. Nitekim “İnneme’l – a’mâl bi’n – niyyât” değil midir? Yani ameller niyetlere göre değer kazanmıyor mu?

“Dua bir sırr – ı azîm-i ubûdiyettir. Belki ubûdiyetin rûhu hükmündedir.”

Evet dua / yardıma davet / imdad çağrısı; kulluğun göstergesi. Hem de kulluğun büyük bir sırrının taşıyıcısıdır. Kulluk sırrı bu davranışın bu yönelişin içinde gizlidir. Semaya doğru el açışın mânasında gösterir kendini ve ele verir bu şekilde sır ve gizini.

Sanki dua İnsanla Yaratan arasında kırmızı hat hükmündedir. Nasıl ki Moskova – Washington arasında böyle bir hat var. İnsanlık bir yanlışlığa kurban gitmesin diye. Dua hattı da, kulun; Rabbine her an başvurabilsin diye çekilmiş, âdeta bir danışma / bir başvuru hattıdır.

Dua, insanın yalnız olmadığını kanıtlar.

Dua, insanı bilen, gören ve kollayan bir zatın varlığının en bâriz / çok açık belirtisidir.

Haalık-Mahlûk yani Yaratanla Yaratılan arasında var olan irtibatın müşahhas / somut varlığını ispat eder.

Belki değil belli ki yaratılış sırrını da ele verir. Fehm ettirir / algılatır bizlere. Dua yani çağrı; çağıranla çağırılanın varlığını âdeta dayanışmasını koyar ortaya. Çağıranın / dua edenin çağırılana muhtaçlığı; çağırılanın ise ihtiyaç duymadığı hâlde  -bir bakıma-  Lezzet-i Mukaddese olarak çağıranın yani dua edenin varlığına  -hikmet icabı-  rol vermesi gerçeğini serer gözler önüne.

“Birinci nev’i dua istidat lisanıyladır.”

Her varlığın özüne, esasına, çekirdek ve tohumuna konulup yerleştirilmiş olan bir potansiyel var. Âdeta zaman ayarlı olarak kurulmuş bir mekanizma mevcut. Her  zamanı  gelişte; o potansiyel kendisini açığa çıkaracak, mikro âlemden makro âleme doğacak; görünmez iken görünür hâl alacak, elle tutulur bir durum kazanacak, gözlere sürûr ve sevinç bahşedecek, kulaklara hoş nağmeler salacak, fikre tefekkür ufku açacak, yaratılanı  yaratana karşı fikren dimağen ve kalben harekete geçirip yöneltecek. Kısaca zincirleme oluşumlara yol açacak şekilde bir film şeridi gibi gözümüz önünde arz-ı endam edecektir.

Aslında bu; kuranla kurulan arasında ince bir sır. Bu sırrın yani öze istidat ve kabiliyetin konması; onun hâl diliyle açığa çıkmak istemesinin ifadesidir. İşte o hâller bir bakıma dua sayılır. Açılan el hükmüne geçer.

Demir, kireç, kum bir arada bulunmalarıyla, lisan-ı hâlle bina olacağız der. Aynı zamanda bunlar mimar ve mühendisin varlığını gösterir. Sebepler olarak işçileri nazara verir. Biliriz ki bina ve yapılar; sebeplerin, kullanılan inşaat malzemelerinin işi değil. Ama onlar bu işte sadece kullanılmış oluyorlar. Tıpkı bina ve yapıların; inşaatta çalıştırılan işçilerin kafasından çıkmadığı gibi.

X

Hani  “Günah işlemeseydiniz sizi helak eder, günah işleyen insanlar yaratırdım.” demesi var ya Yüce Allah’ın. Tabii bu, insanın günah işlemesi lâzım, ondan günah işlemesini bekliyorum demek değil. İnsan beşerdir. Şaşar. İstemiyerek de olsa  günah işler. Bu onu şaşırtmasın, ümitsizliğe düşürmesin. Ama hemen pişman olup nâdim olsun. Tövbe ederek Allah’a sığınsın, af talep etsin ki zaten ben de ondan bunu bekliyorum demek istiyor ya Yüce Allah.

Aynen bunun gibi, “Dua etmeseydiniz ne ehemmiyetiniz olurdu?” hitabıyla, kulun her zaman ve her yerde, herşey için Allah’a muhtaçlığı hatırlatılmakta. Allah’a yönelmekten, O’ndan istemekten O’na başvurmaktan, O’na el açmaktan kulun asla geri kalmaması istenmekte. Çünkü ancak bu şekilde kul oluşunun idrakine varacağı belirtilerek, O’ndan duaya yapışması, O’ndan duaya sarılması, O’ndan duaya tutunması isteniyor.

Kulluğun ancak bu şekilde kulluk olacağı söyleniyor, insan olan insana.

Çünkü dua etmek en büyük ihtiyaç.

İhtiyaç ise terakkî ve ilerlemenin yegâne hocası.

 

 

Önceki İçerikGüzel Kokudan Bayılan Debbağın Hikayesi
Sonraki İçerikOrhun Âbidelerinde ve Atatürk’ün Hitabesinde Gençliğe Sesleniş
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.