Keriman Sofracıoğlu’ndan bazı unutulmayanlar

126

Japonya’da Kushımoto Belediyesi önündeki karşılama töreninde bir Japon Bayrağı’nın yere, Belediye Başkanın Ayaklarının dibine düştüğünü gördüm, hemen atılıp bu bayrağı yerden aldım ve o anda söylenmekte olan Japon Milli Marşını dinlemeye devam ettim. Bu benim için sıradan bir olaydı. Birkaç saat sonra yanıma gelen ve beni saygın bir şekilde selamlayan bir Japon Yetkili bana bir zarf uzattı. Zarfı açtım ve hayretle gördüm ki; birkaç saat önceki Karşılama Töreni sırasında YERE DÜŞEN JAPON BAYRAĞINI YERDEN ALMAM bir enstantane olarak ÜÇ ADET fotoğrafla tespit edilmişti. Fotoğrafları aldım ve büyük bir mutluluk ve huşu içinde Japon’a teşekkür ettim. O ise karşımda çoktan yerlere kadar eğilmiş, sonra bir daha ve bir daha eğilmiş ve geleneksel, saygılı selam pozisyonuna çoktan girmişti. Bu olayı ve bu anı unutamam.  

Uluslararası bir toplantı için SELÂNİK’te bulunuyorduk, bir meydandaki Açık Hava Sergisini gezerken yanıma esmer geç bir bayan yaklaştı ve bana KIRIK BİR TÜRKÇE ile hitap ederek beni burada gördüğünden duyduğu memnuniyeti anlattı.  Sonra 10-12 yaşlarında bir erkek çocuğu da alarak RESİM ÇEKTİRMEK istedi. Kabul ettim ve fotoğraf çekiminden sonra kim olduğunu sordum.  Burada Yunanistan’da yaşayan bir Türk Çingenesi olduğunu söyledi. Adı AYŞE, oğlunun ad FERDİ TAYFUR’du.  Hiç gitmediği Türkiye’ye AŞIK olduğunu ve büyük bir özlem çektiğini söyledi. Çok mutlu olmuştu ben de çok mutlu olmuştum. Grubu bırakıp bir süre onunla sohbet ettim. Arabamıza kadar geldi. Kucaklaşıp arabaya bindiğimde Ayşe’nin Kapkara Gözlerinden coşkulu bir YAŞ SELİ dökülüyordu. Öyle durup el salladılar biz uzaklaşıncaya kadar.   

Rodos Kalesi girişinde bir Hediyelik Eşya Dükkanın önünde bir şeyler bakıyordum.  Dükkan sahibi diğer müşterileri bırakıp yanıma geldi.  “BE HATÇE!..” dedi ve sarıldı.  Doğma büyüme bir Rodos Türkü idi. Bir süre sohbet ettik. Kızı MEVLÜDE’yi çağırdı. Bizimle tanıştırdı. Ona hararetle hiç görmediği Türkiye’yi Türkleri anlattı. Mevlüde Türkçe bilmiyordu.  En büyük üzüntüsünün çocuklarına Türkçe öğretememek olduğunu söyledi. Onun okula gittiği yıllarda Türkçe Öğrenmek, hatta Türk okuluna gitmek mümkünmüş. 20 yıldır bu okulları kapatmışlar. Ve çocukların hiç biri şimdi Türkçe bilmiyormuş. Bunlar hem anlattı hem de gururla, hasretle Türk Grubumuzu izledi.  Hatice’yi de unutamam.

Japonya Ziyaretlerinden birinde, onurumuza verilen bir yemek sırasında NICHIMEN GURUBU Kimya Bölümü Genel Müdürünün beni o zaman Başbakan olan Tansu ÇİLLER’e benzeterek,

“SAYIN BAŞBAKANINIZA ÇOK SELAM SÖYLEYİN, JAPONYA ONU ÇOK SEVİYOR. Dostluk Derneği Başkanı Eşi olarak sizi de çok sevdik.” dedikten sonra, MASAMIZA BİR KAVUN GELDİ. Japonya’da bu çok  çok özel bir ikramdır. Zira küçücük bir kavun 100-150 Amerikan Doları bir değerde idi. Ve söylendiğine göre bizdeki KURBAN KESMEK filan gibi bir ÖZEL İKRAMDI. Bu jestin her zaman herkese yapılmadığını öğrendiğimde de çok şaşırmıştım. Unutamadığım anlardan biridir.

Erzincan’da Çocuk Esirgeme Kurumunda çalışırken, ayda iki ayda bir, grup olarak, TERCAN KİMSESİZ ÇOCUKLAR YURDUNU ziyaret eder, o gün akşama kadar o çocuklarla birlikte, yer içer, konuşur ve eğlenirdik. Çocukların, biz gittiğimizde; ANNE, ANNE diyerek eteklerimize sarılmalarını ve akşamüzeri ayrılırken yine ANNE GİTMEYİN – ANNE GİTMEYİN diyerek hıçkırmalarını ve sonunda; “PEKİ GİDİN AMA HEMEN YİNE GELİN OLUR MU?” diyerek bizi, kapılarda yolcu etmelerini unutmuyorum.

KARACABEY Akçasusurluk İlköğretim Okulunda öğretmenlik yaptığım yıllarda kış aylarında OKUMA YAZMA BİLMEYEN KÖY KADINLARI İÇİN KURS Açmıştım. Bu kurslara devam eden 19 kadın okuma yazma öğrendiler. Ve bu kadınlar yıllarca bana mektup yazdılar.  Beni çok sevmişlerdi, tabii bende onları.  Bu gün tam kırk yıl geçti bu Kadınlardan bazıları hala Bayramlarda ve Kandillerde telefon eder, hatır sorarlar. Ben de bu unutamadığım insanların köyüne AKÇASUSURLUĞA 5-6 yılda bir de olsa giderim.  Orası sanki bizim doğduğumuz köydür. Onlar bizi, biz de onları çok severiz.  Geçen Yıl bir Bayram gününde tekrar gittik. Kaldığımız eve bütün köylüler ve bizi hayatında hiç görmemiş olan köy imamı da bizi ziyarete geldi.  Ve şunları söyledi; “SİZ BU İNSANLARA NE YAPTINIZ? SİZDEN SONRA EN AZ YİRMİ ÖĞRETMEN DAHA GELMİŞ-GİTMİŞ VE SİZ GİDELİ TAM KIRK YIL OLMUŞ, Siz bunlara ne yaptınız? Hep sizi anlatıyorlar. Doğan HOCA ve Keriman ÖĞRETMEN. Doğrusu ben de sizi merak ettim ve özel olarak sizi görmek için geldim. Allah Sizden razı Olsun. Dedi. İçinden geldiği gibi davranan ve konuşan bu insanlar unutulur mu?

1990’lı yıllarda pek çok kez ziyaret ettiğimiz AZERBAYCAN ve öteki Türk Cumhuriyetlerinde ve Rusya’da da pek çok unutulmaz anımız vardır.  Bizi Moskova Havaalanından Şehir Merkezine götüren Taksi Şoförünün bizden aldığı US$:20.- ücreti ayaklarımızın altına geri atmasına bir anlam verememiştim. Sonra öğrendim ki; Alması gereken Ücret 20 dolar değil sadece BİR dolarmış ve Otel Önündeki Polisler fark ederlerse başına geleceklerden korktuğu için sanki bizden düşmüş bir para gibi bizim ayaklarımızın dibine atmış. Tabii biz indikten sonra ve oradan uzaklaşınca hemen alacak ve 19 dolarını Devlet’ten gizleyecekmiş.  Yine Moskova’da bizi evine davet eden ve KÜÇÜCÜK APARTMAN Dairelerinde İki ailenin yaşadığı Azeri Doktoru unutamıyorum. O gün sadece bir tek ekmek alabilmişti.  Onu da bize ikram ediyordu. Ekmeği hemen böldüm ve aynı anda eşimin sert bakışı ile irkildim. “Görmüyor musun başka ekmek yok, dokunma ve onlara  bırak diyordu” Hemen çekildim,  BAŞKA ŞEYLERDEN BİRAZ ATIŞTIRIP DOYDUĞUMU söyledim.  1991 Moskova’sında AÇLIK vardı ve 17 yıllık birinci sınıf cerrah olan AZERİ DOKTOR çocuklarını AÇ KALMASINLAR diye Azerbaycan’ın GENCE Şehrine göndermişti.

1991 yılında ilk kez Moskova üzerinden Bakü’ye gidiyorduk. Uçaklarımız denk düşmediği için bir gece Moskova’da kalmak zorundaydık. Asın da 10-12 Dolar Olan Otel Fiyatı biz turistler için 430 dolardı ve bu parayı mesela iki kişilik odada kalan karı kocadan her birinin aynen 430 dolar olarak ödemesi gerekiyordu. Ve bir gün önceden rezervasyon yaptırmazsanız, tabldot şeklindeki yemeği kesinlikle bulamaz ve tek bir gazozun bile önceden sipariş verilmeden satın alınamayacağı beş yıldızlı otelde resmen aç kalırdınız.  Sizi her yerde KGB ajanları izler, ama 10 CENT’lik bir rüşvetle en olmadık işi yapabilirdiniz.  Yoldaki Askerlere bahşişler vererek bizi KARABAĞ’ın ta içlerine kadar götürmüşler MARAL GÖLÜ ve GÖĞ GÖLÜ gezdirmişlerdi.

Bakmayın siz Türkiye’yi şimdi beğenmediklerine, mesela New-York’ta bir yabancı olarak, hatta sıradan bir Amerikalı olarak bile CENTRAL PARKA asla giremez ve rahat dolaşamazsınız. İngiltere’de Londra’da oranın BEYOĞLU’su demek olan OXFORD STREET’te akşam saat 20’den sonra adım atamazsınız. Size mutlaka ya bir Hırsız ya bir hayat kadını ya da bir Kapkapçı veya başka biri sataşacaktır. İngiltere’de bir gün tenha bir METRO İstasyonunda bizi muhtemelen soymak için Tren Yolundan atlayarak bizden tarafa geçen birkaç serseriden son anda gelen Tren Sayesinde kurtulmuştuk. Unutulmayan anlardan birini de İSVİÇRE’de yaşadım. Bir Alışveriş Merkezinden Çıkışta emen oracıkta bir Döner Büfesi Vardı.  Ve üzerinde TÜRK DÖNERİ diye de İngilizce, Fransızca ve TÜRKÇE YAZIYORDU. Eşim hemen yaklaştı ve BÜFEDEKİ DELİKANLIYA; Türkçe olarak; “KES BAKALIM BİR DÖNER” dedi. Delikanlı suratımıza bakıyordu. Belli ki söyleneni anlamamıştı.  Sonunda zor-şer anlaştık. Meğer bu çalışan kişi İSVİÇRELİ fakat bu Döner Büfesi’nin sahibi, patronu bir Türk’müş.   Buradan başka iki büfesi daha ve bir de Lüx LOKANTASI  varmış.

Sadece bir gün kalıp, ertesi günü Frankfurt’a geçecektik. Yorulmuştuk ve o akşam Paris’te artık OTELİMİZE dönüyorduk.  Hemen yakınımızda bir ışık kümesi vardı burası bir şarküteri filan gibi bir şeydi. Burada bir iki meyve suyu alalım diyerek içeri girdik.  İçeri adım atmamızla beraber şaşkınlık da başlamıştı.  Tezgâhta; turşu,  dolma, baklava, bulgur, kuru fasulye ve başkaca Türk işi yemek ve gıdalar vardı. Bir ara başımızı yukarıya kaldırdığımızda Kocaman Bir Türk Bayrağının İHTİŞAMLA bizi selamladığını fark ettik. Çok şaşırmıştık. Öylece kaldık ve birbirimize bakıyorduk. O anda Dükkan Sahibinin sesini duyduk:  “HOŞ GELDİNİZ, Merhaba HOŞ GELDİNİZ” diyordu, ÇUMRA’lı  Bayram.  Bayram’la böyle tanıştık. Aldıklarımız için para almadı. Bizimle beraber OTELE kadar geldi. Bir kahve içimi otelde kaldıktan sonra; Bayram’ın Önerisiyle PARİS’i yeniden gezmeye çıktık ve gecenin bir yarısına kadar her yeri, karış karış gezdirdi Bayram bize.   Çumralı Bayram unutulabilir mi?

Bursa’da ZÜBEYDE Hanım Doğumevi’nin Koruma Derneği Başkanı idim.  Bir gün bizler Dernek Yöneticileri Hastaneden ayrılırken, Merdivenleri zorlukla çıkan, bir elinde çantası diğer eliyle karnını tutan bir hanım gördük. Belli ki Doğum Sancısı Çekiyordu. Arkadaşımız, Nezihe Timur (Kendisi o zamanlar Bursa Garnizon Komutanı olan Tuğ General Necdet Timur’un eşi idi.) hemen koşup Hanımın Çantasını aldı ve koluna girerek Üç – Beş Merdiveni rahat çıkmasına yardımcı oldu.  Bu olayı gören ve Dernekte Görevli bir Baş Hemşire; Ne dedi biliyor musunuz? “Aman Hanımefendi BUNLARA BÖYLE YÜZ VERMEYİN, SONRA ASTAR İSTİYORLAR Başa Çıkamıyoruz.”  Kadıncağız acı bir gülümsemeyle baktı ve hiçbir şey söylemedi. Ben hemen atıldım: DUR BAKALIM NE SÖYLEDİN SEN? BİZLER ONLAR İÇİN VARIZ BURADA VE GÖREVİMİZ BU YARDIMA MUHTAÇ ANLARINDA ONLARA YARDIMCI OLMAK İŞLERİNİ KOLAYLAŞTIRMAKTIR. ONLARA MADDİ VE MANEVİ YARDIM ETMEKTİR. Lütfen unutmayınız, Koruma Derneği olarak Bizler burada bunun için görev yapıyoruz, size çok şaşırdım.” Dedim O da söylediğine pişman olmalı ki, ÖZÜR DİLEDİ ve bir daha böyle bir tablo görmedim, böyle bir anlayış da hissetmedim.

UNUTAMADIĞIM ANILAR NOTLARIMIZ devam edecektir. Herkese selam sevgi ve saygılar sunuyorum.

 

                                               Keriman SOFRACIOĞLU