Baharın Düşündürdükleri

105

Bahar, işte çaldı kapımızı yine. Hoş geldi, sefa geldi. Bedenler dirildi, ruhlar canlandı, toprak uyandı; yaşamın anlamı değişti. Isınan hava, kışın beyaz karanlığını kovdu.

Her şey başka olacak şimdi. Tabiat ana bereketli yüzünü göstererek dingin bedeninden yeşillik saçacak, papatyalar, güller, laleler, sümbüller, leylaklar açacak. Toprağın altındaki canlılar nefes almak, bu şenliğe katılmak için yuvalarından çıkacak. Köylü; kazmasıyla, çapasıyla, pulluğuyla, toprağı okşayacak, onunla oynaşacak, ona hareket kazandıracak. Yeşeren doğa, bereket yağdıracak.

Suların akışı da değişiyor baharla. Başka bir ritimle akıyor deredeki su. En ünlü enstrümanlar dahi deredeki suyun armonisinden öykünüyor. Suyun şırıltısına bir de kuşların cıvıltısı, kurtların mırıltısı, sessizliğin derin ahengi eklenirse ilahi bir tablo oluşuyor. Yalancı cennet, bu olsa gerek.

Bereket yüklü yağmurlara hasret köylüler yağmur duasına çıkıyor, yağmur bu davete icabet ediyor, büyük bir aşk ve şevkle kara toprakla buluşuyor. Öyle bir yağış ki bu, bazen hızını alamıyor; dereler taşıyor, bentler yıkılıyor, bereketin adı, felaket oluyor.

Aylardır kara bulutların arkasına gizlenen güneş anne, çocuklarına “sobe” diyor. Günün büyük kısmını bizimle değerlendiriyor, bedenleri ısıtıyor, bezgin ruhlara şifa, bitkilere gıda oluyor. Şairler, ressamlar ilhamını onun doğuşunda ve batışındaki armoniden alıyor.

Bu hengâmeden uzak kalmıyor insanlar, eşlik ediyorlar ona. Yaşı ve gönlü genç olanlar, yeşil ovanın, mavi denizin, şırıl şırıl akan derenin, serin gölgelerin bulunduğu yerlerde toplaşıyor, eğleniyor, bahara “zevk ü safa hengâmıdır” diyen Lale Devri şairini doğruluyorlar.

Kaçımız yaşıyor bu güzellikleri; kaçımız bu hengâmeye, dirilişe, uyanışa eşlik edebiliyor? Kaçımız baharla gelen tazeliği, gül, papatya, sümbül ve akasya kokularını soluyabiliyor? Bunları solumak için bütün uzuvlarımızla kendimizde olmak gerekiyor. Kendimizde değilsek, çevremizdeki güzellikler, bir tablodan öte anlam ifade etmiyor. Ne kadar kendimizdeyiz? Uzuvlarımız, zevk alma konusunda birbirini ne kadar tamamlıyor? Bu biraz da yaşımız, yaptığımız iş, dışa duyarlılığımız, dünya görüşümüz, kendimize ve çevremize verdiğimiz anlamla ilgili.

Yoğun iş temponuz var, yüklendiğiniz sorumluluklarınız var, öncelikleriniz, başarmak zorunda olduklarınız var. Kendinizi, doğaya ne kadar açacaksınız? Hele eskisi gibi tutmuyorsa eliniz, koşmuyorsa bacaklarınız, kıvrılmıyorsa beliniz, görmüyorsa gözünüz, duymuyorsa kulağınız, tat almıyorsa diliniz, dirilmiyorsa ruhunuz, doğayla bağlantıyı nasıl kuracaksınız? Duyarlı bir yüreğiniz varsa; batıl düzen iktidarını koruyabilmek için kendi halkına zulmedenlere karşı kalkan olamamanın hüznünü yaşıyorsunuz Dünyayı bir arena, insanları bir zevk ve sömürü aracı olarak görenlerin iğrenç emellerine karşı öfkeleniyorsunuz. Değerlerin bu kadar altüst olmadığını haykırıyorsunuz; fakat sesinizi kimseye duyuramıyorsunuz. Bu halde baharla ne kadar yekvücut olacaksınız?

Yüce iradenin düzeni içinde her şey güzel; onu çirkinleştiren o güzelliği bizden uzaklaştıran, küçük irademizle kurmaya çalıştığımız sistem.

Bu yaman çelişki, evrensel boyutlu, hiç bitmeyecek.