28 Şubat’ın kudretli komutanı E. Orgeneral Çevik Bir, çoğunluğunu Batı Çalışma Grubu faaliyetlerini yürüten subaylarla birlikte tutuklandı. 28 Şubat 1997’de yapılan ve 8 saat süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan kararlar ile başlayan ve “postmodern darbe” olarak adlandırılan sürecin yargılanması başladı. Ancak gazete haberlerine göre, Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Savcıları tarafından yürütülen soruşturmada döneme adını veren 28 Şubat 1997 MGK kararları sorgulamanın dışında tutulacak.
MGK Kararlarının soruşturma kapsamından çıkarılması bir zaruretten kaynaklanmakta olsa gerek. Çünkü bu kararlarda o dönemin meşru hükümeti olan Refahyol Hükümetinin bütün üyelerinin imzası vardı. O zaman bakan olarak görev yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de imzası bulunuyordu.
İster korkudan, isterse Erbakan’ın “ihtilal yapılmasını önlemek için süreci zamana yayıp, kararları uygulamadan olayı soğutmak politikası” deyin somut olan gerçek, bu kararların altında hükümet üyelerinin imzasının olmasıdır.
MGK Kararları yargılama kapsamına alınırsa, postmodern darbenin mağduru olan hükümetin de yargılanması gerekecekti.
MGK Kararlarının kapsam dışında tutulması ise, bu kararların uygulanması için yürütülen “hukuka aykırı işlemleri” yani yaptıkları psikolojik harekâtla birlikte “mürteci avı”, “balans ayarı”, “fişlemeler”, ordudan ve medyadan bazı isimlerin atılması gibi operasyonları yürüten subayların, “görevin gereklerine aykırı olarak faaliyet göstermekten” yargılanması ile sınırlı kalacak demektir. “Şüpheliler” şu savunmayı yapmakta: “Biz meşru ve Anayasal bir kurum olan MGK Kararlarının bize görev olarak yüklediği işleri yaptık. Komutanlarımızın verdiği emirleri yerine getirdik.”
28 ŞUBAT/ 12 EYLÜL: Bana göre, 28 Şubat postmodern darbesi, 12 Eylül darbesi ile kıyaslanamayacak kadar yüksek oranda kamuoyu vicdanında mahkûm edilmiştir.
12 Eylül 1980 şartları, Türkiye’nin her şeyden önce can güvenliğinin geldiği ve işlemeyen bir demokrasi sebebiyle meselelere çözüm üretilemediği şartlarda oldu. “Kenan Evren ve arkadaşlarının ihtilal şartlarının olgunlaşması için çatışan tarafları birbirine kırdırdığı” iddiası halen bir varsayımdır, belgelenmemiş bir iddiadır. Mahkemenin 12 Eylül yargılamasında açığa çıkarması gereken ilk husus bu iddianın doğruluğu olmalıdır.
28 Şubatta ise böyle bir ortam yoktu. Demokrasinin kendi içinde çözebileceği meseleleri toplumu zorla bir kalıba sokarak şekillendirmek suretiyle çözmek isteyenlerin; kendilerine dış tehditlere karşı koyması için emanet edilmiş bir gücü, emanet verene karşı kullanması söz konusudur. Ayrıca 28 Şubat’ta Ordu’da emir komuta zinciri ciddi darbe aldı.
TSK’nın dine ve dindarlara karşı olduğu gibi bir algıya sebep oldu. Failler toplumun bunlara vereceği tepkiyi de önceden tahmin edemediler. AKP, 28 Şubat’a tepkinin bir ürünüdür.
“Postmodern darbenin” faili komutanların yargılanmasında hukuki sıkıntı, 28 Şubat MGK Kararlarının yargılanamamasıdır. Ayrıca postmodern darbenin sivil uzantılarına gitmeye kalkışırsanız, o zaman güçlünün (darbecilerin) yanında olanların çoğunun, bugün de güçlünün yanında yani hükümet yandaşı olduğunu görürsünüz. Bu bakımdan soruşturmanın beklenildiği kadar genişletilmesi güç olacaktır.
BEKLENTİLER: Bazı yazarların beklentisi çok geniş ve kapsamlı bir operasyon olacağı yönünde. Mesela Fehmi Koru 28 Şubat’ın başlamasında ve başarıya ulaşmasında önemli rolü olan medya ayağından tutuklamalar beklediğini yazdı.
Taraf Gazetesinin yazarı Mehmet Baransu, (Balyoz Davasının temelini oluşturan belgelerinin kendisine bavulla gönderildiği kişi) operasyonun dönemin MGK Genel Sekreterleri Tuncer ve İlhan Kılıç Paşalara, Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya uzanacağını ve nihayet “dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de yaptığı hukuksuz işlemlerin hesabını yargı önünde verebileceğini” yazdı.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Demirel için “Bu psikolojik harekâtın orkestra şefiydi. Demirel’in masum olmadığını düşünüyorum” dedi.
NEDEN 14 YIL SONRA? Refahyol Hükümetinin Başbakanı olan Necmettin Erbakan’ın sağ kolu Oğuzhan Asiltürk, “28 Şubat operasyonları size inandırıcı geliyor mu?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Bunlar AKP ile ilgili değil. Bunları Türkiye’nin dışında planladılar. Bu askerlerin cezalandırılmaları da takdiri İlahi. Yaptıkları dolayısıyla başlarına geliyor ama bunları yapanların niyeti başka bir şey. Amerika İran’a saldırdığı zaman, tam Amerikancı bir ordu oluşturmak istiyor. Bunu yapamazlar ama niyetleri bu.
Oğuzhan Asiltürk’ün, operasyonu AKP ile (ve bağımsız Yargı ile) ilgili görmemesinin dayanağı şu olsa gerek: “Postmodern darbenin” üzerinden 14 sene geçmiş. Bu 14 sene içinde ceza kanunlarında esaslı bir değişiklik yapılmamış. Yapılan suç ise 29 Şubat 1997’de de suçtu. Ancak bugüne kadar savcılar soruşturma açmadı. Bugüne kadar hükümetlerin hiçbiri ve TBMM böyle bir soruşturma açılması için teşebbüste bulunmadı. AKP hükümetleri de bu konuda dokuz seneden beri harekete geçmedi. Sistem neden kanunları bugün hatırladı?
********
YABANCILARA TOPRAK SATIŞI: Yabancılara toprak satışında bir il veya ilçenin en fazla yüzde 10’u sınırı vardı. Hükümet bu sınırı ortadan kaldırmak istedi. TBMM Adalet Komisyonunda muhalefetin ciddi tepkisi üzerine yüzde 10’luk sınır kaldı ama kapsamı değişti. Dağ ve göller gibi coğrafi alanları da dâhil yüzölçümü üzerinden hesaplanacak. Yeni yüzde 10, eski yüzde 10’dan kat kat fazla. Çünkü mevcut uygulamada yabancıya satışta yüzde 10’luk sınır “ilçe merkezindeki alanın yüzde 10’u” şeklinde uygulanıyordu. Ayrıca yabancıların ülke genelinde alabileceği taşınmazların toplam yüzölçümü 2.5 hektardan 30 hektara çıkarıldı.
Böylece (hem de karşılıklılık şartı aranmaksızın) yabancıların alabileceği Türkiye toprağı miktarı arttırılmış oldu. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın verdiği bilgilere göre, zaten Türkiye’de 2002 yılına kadar yabancılara toprak satışı 11 milyon metrekare iken AKP iktidarıyla 2012’de 75 milyon 894 bin metrekareye ulaşmıştı. Bundan sonra yabancılara toprak satışında yeni rekorlar kırılacağı muhakkak.
Bu karar şirketlerin, madenlerin, liman işletmelerinin satılması, enerji ve telekomünikasyon alanının yabancılara terk edilmesinden de tehlikeli bir karar. Çünkü toprak, asla yerine başka bir şey ikame edemeyeceğimiz, bağımsızlığımızın en değerli varlığıdır.
Türkiye geçmişin meseleleri ile yüzleştirilirken, geleceğimiz ayaklarımızın altından bir halı gibi çekilmekte.