12 Eylül 1980 İhtilali, İran İslâm Devrimi ve SSCB’nin 1979 Aralık ayında Afganistan’a müdahalesiyle doğrudan bağlantılıdır. Çünkü bu iki gelişme Türkiye’nin stratejik önemini arttırmış ve Batı, Türkiye’de istikrarlı bir rejime ihtiyaç duymuştur. Siyasî iktidarlar, Batı’nın arzu ettiği istikrarı ve taleplerini yerine getirme konusunda yetersiz kalmışlardır. Bu nedenle Batı, farklı bir arayış içine girmiş ve bu meseleyi askerlerle çözme yolunu tercih etmiştir. Bu irtibat kurulduktan, yani 1979’dan itibaren askerler müdahalenin zamanlaması ve tabiatını konuşmaya başlamışlardır.
Askerler, ilk aşamada politikacıları uyarmışlardır. Ne var ki politikacılar istikrarı sağlayamamışlardır. Eğer amaç iç istikrarsızlığı ve ideolojik çatışmaları gidermek olsaydı, 12 Eylül 1980’den önce bunu yaparlardı. Fakat belirtmemiz gerekir ki bunu yapmamaları şahsî tercihleri değildi. Küresel güç denkleminde Türkiye’nin yeni bir rol üstlenmesi gerektiği için hazırlık geniş planda yapılmıştı. Bu noktada The Guardian gazetesinin Nisan 1979’da verdiği bilgi dikkat çekicidir: “Türkiye, artık sadece NATO’daki güney kanat için değil, tüm Batı için hayatî ve stratejik öneme sahip bir ülkedir.” İran İslâm Devrimi ve SSCB’nin Afganistan’ı işgaliyle bağlantılı olarak yapılan bu yorum, o dönemde Türkiye’ye biçilen rolün ne olduğunu ortaya koymaktadır.
Siyasî liderlerin yönettiği istikrarsız Türkiye, bu role müsait değildi. Türkiye’nin müsait hale getirilmesi yeni durum için şart görülüyordu. Fakat siyasîler hem istikrarı sağlamada yetersiz kaldılar hem de Batı’nın Türkiye’ye ayar verme hamlelerine karşı çıktılar. Nitekim Ocak 1980’de yeni ABD-Türkiye Savunma ve İşbirliği Antlaşması’nın şartları sonuçlandırılırken Başbakan Demirel iki şart ileri sürerek taleplere karşı çıkmıştır: (a) Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki hakları tanınmadan ileride Türk üsleri, Acil Müdahale Gücü tarafından kullanılamaz. (b) Yunanistan’ın NATO’nun politik kanadına dönüşü kabul edilemez. Bu iki tutum nedeniyle Washington, Demirel yönetimindeki Türkiye’nin kendine biçilen bölgesel rolü oynayamayacağına karar vermiştir.
Yeni stratejik konsepte bağlı olarak Türkiye’nin çok boyutlu dış politika fikri askıya alınıp, yeniden Batı’ya bağlanması gerekiyordu. Ekonomik destek ve uygulamalar, belirtilen planın ikinci ayağı olarak devreye sokulmuştur. Demirel’in kurduğu azınlık hükümetinde ekonomik danışman olarak yer alan Turgut Özal, bu rolü üstlenmiştir. Özal, “Siyasetin, 24 Ocak 1980’de uygulamaya soktuğu ekonomik önlemlere engel olduğunu düşünen bir teknokrattı.” Bu dönemde yurtiçi tüketim yerine, ihracata dayanan yeni bir ekonomi yaratmak ve Türkiye’yi küresel sisteme bağlamak hedeflenmişti. Batı için bu, belirtilen gelişmeler açısından hayatî bir mesele idi. Özal, “Reçetenin başarısı için askerlerden, partilere dayalı politikanın beş yıl süreyle askıya alınmasını istemiştir.” 12 Eylül 1980 askeri darbesi ona, bu imkânı sağlamıştır. (Bkz: F. Ahmed 2010: 181-182)
12 Eylül 1980’nin arka planı budur. O dönemde darbeden yana tavır koyan gazeteciler, şimdi darbecilerden hesap sorulmasını istiyor. Hergün “Darbecilerden hesap sorulsun!” diyen malum cemaatin bir kolunun temsilcisi, “12 Eylül ihtilali Niğbolu zaferi kadar kutsaldır.” açıklamasını yapmış; diğer bir kolunun temsilcisi ise çok satan bir dergide başyazı olarak “Son Karakol” adlı bir yazı döşenmiş ve bu yazıda darbeyi kutsamıştır. ANAP iktidarı ise ihtilalin siyasî hedeflerini gerçekleştirmiştir. Turgut Özal, başından beri bunun içinde yer almıştır. İhtilali kutsayan bütün yapılar da ANAP’ın içinde yer almıştır.
Eğer darbecilerden hesap sorulacaksa belirtilen yapının tümünün sorgulamaya dâhil edilmesi gerekir. Fakat bu yapılmıyor. Neden? Çünkü yeni stratejik konseptin aktörleri, o dönemdeki askerlerin rolünü oynuyorlar. Her iki rol de yeni duruma muhalif olanlardan hesap sormak üzerine kurulmuştur. Coğrafyanın tanzimi için yeni bir model, yeni iktidar tipi ve yeni baskı araçları üretilmiştir. Bunun en somut kanıtı, “sıfır sorunlu dış politikadan, herkesle herşeyle sorunlu dış politikaya geçmek”tir.
Her ne kadar aynı planın farklı aktörleri toplumun gözünü boyamak için darbeyi politik sermayeye dönüştürmek isteseler de hesap sormaya “evet” demeliyiz. Fakat o dönemde ihtilali meşru gösterip şimdi hesap sorma numarası çekenlerin tümünün sözlerini ve resimlerini kentlerden köylere kadar ulaştırmalıyız. Bürokratik resmî dilden uzak durarak meseleyi milletin vicdanına taşımak, uyuşmaz çelişkiler evreninde herşeyi sermayeye dönüştürmeye çalışanların gerçek yüzünü millete göstermek şarttır. Bu konuda o kadar malzeme var ki gereği gibi kullanılsa darbe oyunu oynayanların hiçbirisi evinden dışarı çıkamaz. Darbeyi siyasî sermayeye dönüştürmek isteyenlerin / darbe oyunu oynayanların kurdukları tuzağı bozmak, yeni bir sürecin önünü açacaktır.