Dış Politikada Angajmanların Rolü

166

Türkiye’nin AKP döneminde izlediği dış politika konularında defalarca yazı yazdım. Bunların çoğunun özünde yer alan fikir, bölge lideri olmaya soyunmuş bir devletin bağımsız dış politika uygulamaları olarak gördüklerimizin aslında gerçeği yansıtmış olmayabileceğini anlatmaktı.

Türkiye kendisine izin verilmiş bir alanda, emperyal gücün menfaatlerine hizmet ettiği kapsamda rolünü oynuyorsa, bizim oyunumuzun esas parsasını o güç (ABD) toplayacak demektir. Bu alanı bize bahşeden güç, bölge içinde gücümüzün büyümesini engelleyici tedbirleri alacaktır, nitekim bugünden almaktadır.

Kürt kartı, Ermeni tasarıları vb ile istediği zamanda oyun alanımızı daraltabilir. Hatta bölünmemizi sağlayarak gücümüzü sınırlandırmayı planlayabilir. Bu bakımdan gücümüzü, imkân ve kabiliyetlerimizi iyi hesap etmeden, sadece ABD ve AB’ye güvenerekYeni Osmanlıcılık” hayallerine kapılmamız, etki alanımızı tamamen kaybetmemize yol açabilir, demeye çalıştım.

Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, “Dış Politikada Acı Gerçek” başlıklı yazısında bugüne kadar hükümetin politikalarına destek veren bir yazar olarak, adeta özeleştiri yaptı. Bulaç, öncelikle son on yılda yürütülen dış politikanın “ABD ve AB’nin göz yumduğu marja bağlı olduğunu” tespit ediyor:

Son on yılda takip edilen politika “taktikler seviyesi”nde doğruydu; heyecan vericiydi: “Komşularla sıfır ihtilaf, sakin güç; ticarî-ekonomik ilişkileri öncelemek vs.” Nitekim gözlendiği üzere İran’dan Mısır’a ve Afrika açılımına kadar her temas noktasında bu taktikler iyi sonuç verdi. (Esasen bu politikaların başlangıcı Özal dönemi ile İsmail Cem’in Dışişleri Bakanı olduğu dönemlerde atılmıştı.)

“Ancak her şey ABD ve AB’nin göz yumduğu “marja bağımlı” olduğundan, işin Türkiye’yi sahiden bölge halklarıyla buluşturacak noktalara gelmesine izin verilmeyecekti. Bu da Türkiye’nin Batı ile angajmanları dolayısıyla zaten sınırlı limitler içinde hareket etmek durumunda olmasından kaynaklanan acı gerçeğe işaret eder.” “Son 10 yılda Türkiye’ye tanınan serbesti ‘stratejik’ değil, ‘taktik ve operasyonel alan‘la sınırlıdır.”

Ali Bulaç, bu kadar sınırlı bir serbest alanı elde etmek için AKP döneminde verilenlerden bir kısmını da hatırlatmış:

•1-     Türkiye, Fransa’yı NATO’nun askerî kanadına kabul etti,

•2-     Rasmussen’in seçilmesine ses çıkarmadı,

•3-     İsrail’in OECD üyeliğini onayladı,

•4-     Radar sistemini Malatya’da yerleştirdi,

•5-     Libya’daki NATO operasyonlarına destek verdi,

•6-     Suriye’deki muhalefetin militarize olmasının önüne geçmedi;

•7-     Lübnan’da yanlış kart kullandı;

•8-     Irak’ta Şii çoğunluk ve yüzde 70’lik Türkmen nüfusa rağmen eski Baasçı sözde Sünni iktidar hülyasına kapılanlara arka çıktı. Böylelikle bölgedeki kapıları kendi yüzüne kapattı.

Ancak “Sanki Türkiye kendi adına bölgede iş yapıyor görüntüsünü vermeye başlayınca müttefikleri önüne ‘Stop!’ levhasını dikti.”

“Bize hatırlattıkları gerçek şuydu: Türkiye, Batı İttifakı’nın/NATO’nun üyesidir; AB üyelik sürecini takip etmektedir; ABD ile model ortaklığı vardır. Yani Türkiye, ABD ve AB’ye rağmen bölgede rol oynayamaz, ABD ve AB’nin çizdiği stratejik sınırlar dâhilinde hareket edebilir ancak.”

“Bu tecrübeden bir kere daha öğrendiğimiz şudur: Türkiye, bölgede bağımsız politika takip edemez. Biraz ileri gidecek olsa Batı, ona sınırlarını hatırlatır, çünkü biz vesayet ve tarassut altındayız.”

Batı’ya angajmanlarımız bizi ‘kuruş hesabında kâra geçiriyor, lira hesabında zarara’ uğratıyor.”

Aklın yolu bir. Bölgemizde etkinliğimiz üzerine yazılan abartılı yorumlara karşı (benim yazdıklarımın bir özeti durumunda olan) bu tespitlere tamamen yanlış demek için gözü kör edilmiş bir fanatik olmak lazım. Ali Bulaç’ın bunları yazarken bir muhalefet yapma düşüncesi içinde olmadığı ortada.

Ben, Ali Bulaç’tan farklı olarak, “vesayet ve tarassut” altında olmamızın ve Batı’nın çizdiği sınırların dışına çıkamayacağımızın peşinen kabulüne karşıyım. Atatürk dönemi dış politikası çok zor şartlarda bile bağımsız olunabileceğini gösteren örneklerle doludur.

Burada önemli olan “Batı’ya angajmanlarımız” ifadesini açmak.

AKP ve Başbakan Erdoğan zorlu süreçlerden çıkarak bu güce ulaştılar. Başlangıçta halkın oylarıyla seçilmiş olmalarına rağmen bir “meşruiyet” krizi yaratan “zinde güçlere” karşı dış desteklere ihtiyaç duydu. Erdoğan daha Başbakan olmadan Batı başkentlerini dolaşarak aradığı desteği fazlasıyla bulmuştu.

Zaman içinde ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi‘ni (BOP) uygulayabilmek için, “ılımlı İslam modeli” olarak, Türkiye’yi bölgede yapılacak değişikliklerde aktif olarak devrede tutma planı sayesinde bu destek devam etti.

AKP bu dönemde Batı’dan gelen “stratejik kararlara” uyum sağlarken, “taktik anlamda” çıkışlarla Türkiye ve Ortadoğu halklarının gözünde itibarını yükseltti. Erdoğan “van minut” benzeri çıkışlarla bölge insanının gönlünü fethetti.

Yurtiçinde ise “yargının da kontrol altına alındığı” bir süreç yaşandı. Bu süreçte Batı’ya ve AKP’ye toplumsal muhalefet yapabilen basın mensupları, askerler ve kanaat önderleri ve diğer “zinde güçler” tutuklu yargılanmaktalar. ABD, bu sürece hem siyasi ve hem de çuvallar ve bavullar dolusu belgeleri sunarak, kozmik odalardaki, Genelkurmay karargâhlarındaki gizli bilgileri kimin tarafında olduğu belli gazetelerde yayımlatarak gerekli yardımı yaptı.

Bu süreçte AKP iktidarı çok düşmanlar edindi. Güç dengesinin tersine dönmesi halinde kendisi için çok riskli olacağı muhakkak. İşte bu konuları düşününce “Batı’ya angajmanlarımız” sözü beni ürkütüyor.

Batı ile ekonomik ilişkilerimizin yoğunluğu, Nato’ya bağlı oluşumuz, AB’ye girme hedefimiz, savunma sistemimizin ABD menşeli oluşu ve cari açığı (milli gelirine oranla) en yüksek ülke olarak dış finans kaynaklarına olan bağımlılığımız da “angajmanlarımız” arasında düşünülebilir. Bunlar “bağımsızlık ülküsünde” olan bir devletin “vesayet ve tarassut” altına girmesi için yeterli gerekçeler değildir.

Türkiye, coğrafyası ve tarihinin kendisine yüklediği “angajmanların” külfetini, dengeleri gözeten iyi bir dış politika ile minimize edebilir. Fakat Ali Bulaç’ın “Batıya angajmanlardan” kastı, ülkeyi yönetenlerin “özel angajmanları” ise bununla baş etmek mümkün olamayabilir.

Önceki İçerikİç Barışı Bozan İllet
Sonraki İçerikKıbrıs Denktaş’ın Vasiyeti, Girit Tarihin
Ruhittin sönmez
Ruhittin Sönmez 1956 Bucak/ Burdur doğumludur. 1980’den itibaren Kocaeli’de yaşamaktadır. EĞİTİM: İlkokul, orta okul ve lise eğitimlerini Bucak’ta yaptı. 1973’te İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi - Kimya Yüksek Mühendisliğinden ve 1995 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. İŞ HAYATI: 1978-1980 Akyazı/Sakarya Yonca Süt Fabrikası İşletme ve Laboratuvar Şefi 1980-1995 Petkim A.Ş. Yarımca Kompleksi (İşletme Mühendisi, İşletme Şefi, Başmühendis.) 1995-2001 Satış Müdür Muavini 2001’de 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı Kauçuk Ürünleri Sanayii Özel İhtisas Komisyonu Başkanlığı yaptı. 2001-2004 Tüpraş Körfez Petrokimya ve Rafinerisi Ticaret Müdür Yrd. 2004 - 01.02.2007 Tüpraş Körfez Petrokimya ve Rafinerisi Ticaret Müdürü. 01.02.2007 - 30.09.2007 Tüpraş Körfez Petrokimya ve Rafinerisi İnsan Kaynakları Müdürü. 01.01.2008 - 30.10.2008 Yantaş Yavuzlar Plastik A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı. 03.03.2010’den itibaren Serbest Avukat 2018’den itibaren Arabulucu Sosyal Faaliyetler: Yaklaşık 16 yıl Türk Sanat Müziği korolarında korist olarak çalıştı. (İstanbul Üniversitesi Korosu, Kubbealtı Musiki Cemiyeti ve Tüpraş Türk Sanat Müziği Grubu) 250 Mühendis üyesi bulunan Petkim Mühendisler Derneği'nde 4 yıl başkanlık yaptı. Kocaeli Aydınlar Ocağı'nda Başkan Yardımcısı, Yönetim Kurulu Üyesi ve 7 yıl Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. 2001-2002 yıllarında Kocaeli TV' de "Geniş Açı" adlı siyasi, sosyal, kültürel tartışmaların yapıldığı programın yapımcılığı ve sunuculuğunu yaptı. Ocak 2023’ten itibaren aynı programı noktaTV’de devam ettirmektedir. Halen Kocaeli Gazetesinde haftada 2 gün köşe yazısı yayınlanmaktadır. Bu yazıların tamamı kocaeliaydinlarocagi.org.tr sitesinde yer almaktadır.