Şems’in Konya’ya gelişinden (23 Ekim 1244) ve Şems’le karşılaşmasından sonra, Mevlana’nın halktan el etek çekmesi, kendi köşesine çekilmesi, adeta Şems’in dizinin dibinden ayrılmaması, Şems’in sohbetinde kendinden geçmesi, herkesi şaşırttı. Üzdü.
Şems’e karşı soğukluk hissetmelerine sebep oldu. Ona karşı husumetler belirmeye, Şems’e karşı homurtular yükselmeye başladı. Bu çekememezlik; Mevlana’nın en yakınlarından başlayıp, çevreye doğru dalga dalga yayıldı.
Halkın Mevlana’yı sevmelerinden, kendilerinden uzaklaşmasını istememelerinden kaynaklanan bu davranışı, bugün de içlerine sindiremeyenler var.
Oysa Mevlana, asıl Mevlana oluşunu Şems’le gerçekleştirebilmiştir. O’nun o günden bu günlere ulaşmasına, Şems vesile olmuştur.
Çünkü Şems, onu, o denli yakıp kavurmasaydı. İlahi gerçeğin farkına vardırmasaydı. Kıyamete kadar – bir meş’ale gibi – yanacak ve bizi aydınlatacak olan, bu denli ölümsüz eserleri ortaya koyamayacaktı. Onun sıcak nefesini, bu denli yakınımızda hissedemeyecektik. Çünkü Şems, Mevlana’yı belli bir noktadan aldı. Bütün zamanların odak noktasına oturttu. Eğer Mevlana Şems’le karşılaşmasaydı. Yine zamanın büyük bir şeyhi ve bilgini olarak anılacaktı. Yine içinde yaşadığı yüzyılın ünlü bir alimi diye bilinecekti. Yine o devrin sayılı vaaz hocası şeklinde tarihe mal edilecekti.
Eğer Mevlana Şems’le buluşmasaydı. Sadece o günün insanlarını irşad etmiş olacaktı. Sırf o asrın halkına yol göstericilik yapmış bulunacaktı.
Eğer Mevlana Şems’le bilişmemiş olsaydı. Öldükten ta Kıyamete kadar geçecek süre içindeki insanlar, Mevlana’nın hayat bahşeden ateşiyn eserlerinden mahrum kalacaktı. Işık saçan sözlerinden yoksun olacaktı. Şüphesiz yine Mevlana eserler verecekti. Fakat bu eserler; yeni edindiği bu tarza, bu ruha çok uzak düşen eserler olacaktı.
Evet, eğer Mevlana Şems’le pişmemiş olsaydı. Bugün bize kadar ulaşan yepyeni bir ruhla yazılmış bu eserleri ortaya koyamayacaktı.
Çünkü Mevlana Şems’le buluşmakla, Şems’le tanışmakla ve Şems’le bilişmekle ancak Şems’le oluşmakla tutuşabilmiş, yanabilmiş ve olabilmiştir. Nitekim yüce Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım.” demesi boşuna değildi.
Şayet Mevlana Şems’le halvet olmasaydı. Onunla baş başa kalmasaydı. Onunla sohbete dalmasaydı. Bu kadar pişmez, bu denli yanmaz. Bu şekilde olmaz. Bu şekilde ermezdi.
Eğer Mevlana Şems’le karşılaşmasaydı. İlahi Aşk’la bu derece aşka gelmeyecek. Coşup taşmayacak. Gönlü bu derece dolup, kabına sığmaz bir hal almayacaktı.
Eğer Mevlana Şems’le hem-hal olmasaydı. Aşk olmayacak. Aşk olmayınca da, meşk olmayacak. Meşk olmayınca da dudaklarından içindeki sırlar dökülmeyecek. Kalbindeki esrar çözülmeyecek. Sırrındaki sırlar kaleme alınmayacak. Ruhundaki şahlanış, beyaz kağıtlar üzerinde istediği gibi at oynatamayacaktı.
Evet, şayet Mevlana Şems’le karşılaşmasaydı. Sadece yaşadığı kısıtlı zamanın adamı olarak kalacak. Dünya durdukça insanlara seslenen bir gür sada sahibi olamayacaktı.
Hani günümüzde “İyi ki doğdun.” teraneleri söylenir ya. Biz de bundan esinlenerek “İyi ki Şems’le karşılaştın ya Mevlana.” diyoruz.
Her büyük kişinin hayatında bir dönemeç vardır. İşte ancak o an, kendi asıl yolunu sezmiş
ve bulmuş olur. Ve işte ancak o an, asıl yoluna koyulmuş olur. İşte Mevlana’nın dönemeci, Şems’le karşılaşması olmuştur.
Ancak Şems’le karşılaştıktan sonradır ki, asıl Mevlana, bizim Mevlana’mız oluşmaya başlamış. Dudaklarından inciler dökülüp, saçılır olmuştur.
Ancak Şems’le karşılaştıktan sonradır ki, o ana kadar deniz gibi durgun olan Mevlana, o ana kadar sessiz bir umman, bir okyanus olan Mevlana, ancak o zaman cuş u huruşa gelmiş, ancak o zaman coşup dalgalanmaya başlamış, işte ancak o zaman, köpük köpük dalgalar halini almış, işte ancak o zaman, beden seddini aşmış, dış alemde görünmeye başlamıştır.