Hz. Mevlana’nın eserlerinin Farsça olması da, bir başka tenkit sebebidir. Gerçekten durum onların söyledikleri gibi midir acaba? Bir bakalım:
Şüphesiz Mevlana Hazretleri, o muhteşem, o görkemli eserlerini; Türkçe olarak yazsaydı, muhakkak ki, Türkçemiz çok şeyler kazanmış olurdu. Türkçemiz çok daha güçlenirdi. Türkçemiz çok daha derinlik elde etmiş olurdu.
Gerçi eserlerinin hemen hepsi Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu bakımdan yine de Türkçemiz, büyük çapta mana zenginliğine kavuşmuştur. Elbette asıllarının Türkçe olmasının keyif ve keyfiyetine diyecek olmayacaktı.
Binaenaleyh Farsça, Mevlana’yla ne kadar övünse azdır. Biz Türkler de aramızdan böyle bir İlahi Aşk şairi ve Mana Dahisi çıktığı için son derece bahtiyarız.
Hemen belirteyim ki, Mevlana’nın kaleme el atması, Farsça’yı ihya için olmadığı gibi, Türkçe’yi ihmal etmek gibi bir düşünceden dolayı da değildir.
Mevlana, manevi bir yangını söndürmek için kaleme sarılmıştır. Çünkü ortam karışıktı. Otorite yok denecek kadar azdı. İnsanlar huzursuzdu. Güvensizlik kamuyu sarmıştı. Halk şaşkındı. Moral zaafı vardı. Maneviyat bozuktu.
Zaman icabı Farsça revaçtaydı. Aydınlar ve yüksek zümre Farsça okuyor, Farsça yazıyordu. Evvel emirde onların yarınlara ümitle bakmalarını sağlamak gerekiyordu. Çünkü insanlar onlara kulak asıyor, onların durumundan; durumlarına pay çıkarıyordu.
İşte bu zorunluluklar, Mevlana’nın onlara yönelmesinde, onlara seslenmesinde baş rolü oynamıştır. Onlara hitap da tabiatıyla yetiştikleri kültürün diliyle olacaktı.
“Peki, diğer geniş halk yığınları ihmal edilmiş olmuyor muydu?” diye sorarsanız, hemen derim ki: “Olmuyordu.” O zamanki aydınlar zümresi için, nasıl ki Mevlana manen görevlendirilmişse, halk tabakası için de Yunus Emre yine manen vazifelendirilmiştir. Çünkü ikisi de çağdaştır. Çünkü her ikisi de Anadolu da zuhur etmiş, ortaya çıkmıştır.
Bir bakıma Hz. Mevlana şehirliye hitap etmiş. Yunus Emre ise kırsal kesimde yaşayanlara seslenmiştir. Nitekim İslam’ın özünü, ruhunu anlatan Yunus Emre; bunları ifade eden çok veciz, çok özlü mısra ve dizeler söylemiştir. Bu beyit ve dörtlükler kolayca ezberlenecek, kolayca akıllarda yer tutacak şekildedir.
Zaten halka irşat ve nasihatle yükümlü kılınan bu iki büyük zat, aynı zamanda, ilhama da mazhar idiler. Yani her iki büyük zatın ağzından dökülen, kaleminden çıkan sözler, Allah’ın ilhamından başka bir şey değildi.
Aslında onların ağzından konuşan Hz. Peygamber idi. Mevlana ve Yunus Emre gibi ulu kişiler, Hz. Muhammed’in kendisinden sonra gelen asırlardaki insanlara hitap edip seslendiği mikrofonlardan başka bir şey değildir.
Yoksa mes’ele Türkçe’yi hafife alıp almamak mes’elesi olmadığı gibi, Farsça’ya değer verip vermemek mes’elesi de değildir. Gerçekte zaman ve zeminin gereği neyse, yapılan aslında odur.
Kaldı ki Arapça, Farsça ve Türkçe; İlahi hakikatlerin kendileriyle ilham edildiği dillerdir. Bundan dolayı Arapça, Farsça ve Türkçe ilelebet / süresiz olarak, sonsuza kadar konuşulacak lisanlardır.
942
Üstelik İlahi gerçekler -zamanı gelince- kimine Arapça, kimine Farsça, kimine de Türkçe olarak ilham edilmiş ve edilmektedir. Nitekim son ilhamlar Türkçe’ye nasip olmuştur. Bir de bu sebepten ötürü olsa gerek Hüccetü’l-İslam Gazali’nin (1058 – 1111) eserleri Arapça, İmam – ı Rabbani’nin (1563 1624) kitapları Farsça, Bediüzzaman Said Nursi’nin (1873 – 1960) Risaleleri Türkçe’dir.
Mesela büyük Osmanlı alimi İsmail Hakkı Bursevi’ye (1653 – 1725) İlahi hakikatler; hem Türkçe, hem Arapça hem de Farsça olarak ilham edilmekteydi.
Nitekim Koca Mevlana’nın, şu anlamda sözleri var: “Bu dünya zindanında işim ne? Kimin malını çalmışım da, buraya tıkılmışım? Fakat anladım ki, buradakiler bana ihtiyaç duyuyorlarmış. Benim nasihat ve öğütlerime muhtaç imişler. Demek ki, ben görevliyim…”
Evet, sözü toparlarsak, Mevlana’nın eserlerini Farsça kaleme alması, Farsça’yı yükseltmek için olmadığı gibi, Mevlana’nın Türkçe yazmayışı da; Türkçe’yi yetersiz gördüğü için değildir. Bu nevi şahısların eserleri, netice olarak şüphesiz ki, kullandıkları dile büyük hizmet etmekte ve hatırı sayılır prestij kazandırmaktadır. Fakat, Mevlana ve onun gibilerin yaptığı ve / veya onlara yaptırılan lisan tercihi; zaman – zemin icabı ve hitap edeceği kitlenin niteliği gereğidir.
Hz. Mevlana’ya yapılan bu itham, yani eserlerini niçin Farsça yazmış olduğu mes’elesi; Bediüzzaman Said Nursi’nin içine doğmuş olacak ki, bir vesile ile sorulan suale şöyle cevap verir:
“Hz. Mevlana benim zamanımda gelseydi Risale-i Nur’u yazardı. Ben de Hz. Mevlana’nın zamanında gelseydim Mesnevi’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı. Şimdi Risale-i Nur tarzındadır.” (Risale-i Nur Külliyatından Örnek Metinler I, İstanbul – 2002, s.15)