Hac İntibaları

99

2011 yılının benim için önemi, Hac farizasını yerine getirme fırsatını bulmamdı. Kutsal topraklara gidilir de, hiç eli boş gönlü boş dönülür müydü? Yola ilk çıktığımda kulaktan dolma bir takım bilgi zerrecikleri, bir sürü zan ve bir o kadar da araştırma isteği yanımdaydı. Ta ki uçağımızın Medine semalarında inişe geçtiği ana kadar.  Her şey bir zandan ibaretti. Gecenin siyah örtüsünü Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’nın(s.a.v) Haremi, mescidi kendi ışıltısıyla aydınlatmıştı.  Yeryüzündeki büyük mücevheri seyretmemiz için uçağımız adeta ağırdan alıyor, bize bu eşsiz manzarayı sunuyordu.

Gündüz gözüyle Mescidi Nebevi güneşle taçlandırılmış bir ışık ve temizlik bahçesiydi. Orada, Peygamberimizin (s.a.v) ebedi uykusuna yattığı mevkide bir hafta sular gibi çabucak geldi geçti.

O bir haftadan geriye kadın muhafızların Türkçe “otur teyzem, otur!” komutları, herkesin birbirinden geçecek yol isterken “tarik, tarik” deyişi ve Türklerin Arapça en elzem cümleleri olan “kem riyal?” (Kaç riyal?) sorusuna Arapların  “yirmi riyal, otuz riyal” diye Türkçe cevap vermeleriydi. İnsanlar savaş, kavga dövüş olmadığı zamanlarda birbirleriyle ne kolay anlaşabiliyorlar.

Medine’de vaktimizin çoğu Ravza ve civarında geçtiğinden biz Türkler birbirimizle çok fazla ilgilenmiyorduk. Ama ne zaman ki Medine’den Mekke’ye vardık ve otelimize yerleştik, işte orada kendimizi, birbirimizi daha yakından tanımak, teşhis etmek mümkün oldu. Bizler, Hacdaki Türkler, yemek yemeyi ne kadar da önemsiyor ve ne kadar çok ekmek yiyorduk! Şaşırmamak elde değildi. Diyanetin verdiği kahvaltı ve akşam yemeği ellili altmışlı yaşlarda olan hacılar için aslında gayet yeterliydi. Ne meyvesiz, ne tatlısız kalıyorduk. Buna rağmen ekmeğe olan düşkünlük bir başka türlüydü. Fakat bunun milli bir alışkanlık olduğunu, aşağı yukarı her birimizin vücut yapısı adeta haykırıyordu Kâbe’de. Bizler, fazla uzun olmayan ama belleri kalın güçlü kuvvetli insanlarız. Bunu tavaf ederken diğer milletlerin fertleriyle karşılaşınca anladık. Afrikalı hacılar atletik yapılı, Pakistanlılar da bir miktar yağlanmışlar. Onların da göbeklisi çok. Hintliler mülayim insanlar. Lakin Afgan hacılar hem zayıf hem de mücadeleci bir vücut geliştirmişler. Tavaf esnasında bir onların, bir de biz Türklerin arka saflarda kalmaya hiç tahammülleri yok. İlginçtir, tavaf dönüşleri hep birlikte yapılıyor ve neresinden baksanız daire çizen bir yürüyüş. Bunun önü ne, arkası ne ola? Fakat bir omuz darbesiyle öne geçmenin, acele etmenin hikmetine pek varamadık.

Asya’nın ortalarından gelmiş hacılarımız vücut yapıları itibariyle muntazam, hareketlerinde belki de tabiatla biraz daha içli dışlı yaşıyor olmanın getirdiği hoş bir esneklikleri var. Asabi değiller. Onlar gibi Endonezyalıların tavırları da takdire şayandı. Sessiz, gürültüsüz, kibarlar. Hanımların bazısı Haremi Şerif dâhilinde namaz vaktini beklerken çoğu ellerinde Kur’an, okuyarak bekliyorlar. Aralarında dudak boyasıyla gelenler gördük. Bakımlı, temizler ve galiba Huzur’da en güzeli olmak istiyorlardı.

Otelimize geri dönecek olursak, milletçe bir vasfımızı daha fark etme imkânı bulduk. O da, bir Türk’ü, oturduktan sonra asla yerinden kaldıramazsınız. Az ileri gitmelerini bile isteyemezsiniz. Bakın, bu vasfımızı çok önemsiyorum. Çünkü bu huyumuz yüzünden olsa gerek Almanya’ya gider, orada oturur kalırız. Amerika’ya gider, hemen kendimize bir yer buluveririz. İş sahibi, ev sahibi, dükkân sahibi olanlarımızın başarısında bu hasletimizin izlerini gördüm. Türk bir yeri gözüne kestirdiyse orası onundur. İki iki daha dört. Şuradan ispatlıdır ki, kendi oturduğu yerle yetinmez, arkadaşı için de en yakın sandalyeyi ayırmıştır, üstüne çantasını koymuştur ve “sahibi var!” deyiverir.

Milletime ait bir başka hususu otelimizin asansöründe ve çamaşırhanesinde müşahede ettim. Yemeklerden sonra aynı dakikalarda odasına çekilme arzusuyla asansör önlerinde biriken kalabalığı kimse dağıtamıyordu. Asansör sayısı belli, taşıyacağı yük belirtilmiş fakat herkes hep birden içeri girmek istiyor. Bunun mümkün olup olmayacağı basit mantık işiyken, devreye giren akil adamlar kadınların ayrı, erkeklerin ayrı asansörleri kullanması önerisini getirdiler. Fakat ne mümkün! Biz kendimizi arka plana asla attırmayız. Öncelik bizim! Fakat hangimizin? Otelin teras katına koyduğu çamaşır makinelerinin başında da aynı şahsi gayretkeşlikler. “Çamaşırını kimin ipine astın? Bunlar benim mandalım” gibisinden incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler. İşte işler orada tatsızlaşıyor, gereksiz laflaşmalar, bulunduğumuz kutsal beldenin havasına çok da olumlu, huşu dolu nefesler katmıyor.

 İstanbul kafilesi olarak bize verilen hocalarımızın çoğu Arapça ve İngilizce biliyorlardı. Bunun faydasını Arafat’tan dönerken, taksi kiralamalarda ve otobüs şoförleriyle iletişimimiz sağlanırken gördük. Orada Hacılara hizmet veren şoförlerin bir kısmı Arap, bir kısmı Pakistanlıydı. Oteldeki kat görevlisi gençlerse daha çok Etiyopya’dan veya diğer Afrika ülkelerinden.

Gerek Medine-i Münevvere’de gerekse Mekke-i Mükerreme’de insanın buluşçu, icatçı yanını harekete geçiren bir uygulama bizi hayli düşündürdü. Zaman zaman tebessüm ettiğimiz de oldu. Malum, Hac mevsimi dolayısıyla çok büyük bir kalabalık var ve her millet, kendi kafileleri için ama nedense özellikle bayanlara “kaybolmasınlar diye!” başörtülerine değişik fiyonklar, bez çiçekler takmışlar. Bu yetmezmiş gibi ait oldukları hac organizasyonunun veya kendi telefonlarının numaraları, (aynı bizde eskiden devletin tekelinde olan şeker çuvalları üstündeki yazılar gibi) başörtülerinin arka tarafına kalın rakamlarla basılmış. Afrika’nın hangi ülkesiydi bilemiyorum, ülkelerinin haritasını renkli olarak giysilerine dokumuşlar. Turuncu yeşil mavi veya siyah turuncu yeşil. Hep bir içecek markasını çağrıştıran renklerdi. Bir Endonezya kafilesinin bayanları örtülerine kocaman birer mor zambak figürü takmışlar. Aynı onlar gibi bizim Anadolu şehirlerimizden gelen kafilelerin örtülerine de buna benzer kurdeleler, sümbüller, güller takıştırılmış. Fikir pek güzel, pek renkli amma bizim hanım hacılarımız gelmiş altmış beş, yetmiş yaşına. Pembe kurdeleler, turuncu fularlar, salkım söğütler misali yanlarından yörelerinden sarkınca insan üzülüyor. Yakalarında taşıdıkları kırmızı ay yıldızlarıyla onları nerede olsa tanırlar. Ve nitekim Harem-i Şerif’te birçok Pakistanlı çift, ay yıldızımızı görüp bizle tokalaştılar. Sarılıp öpenler de çabası.

Mekke ve Medine’de o mahşerî kalabalıklar içinde İslam dininin ne kadar kucaklayıcı ve ne kadar kaynaştırıcı olduğunu bir kez daha görmek insanı sevindiriyor. Ne var ki her gördüğümüz bizi aynı derecede sevindirmedi. İslam bunca kucaklayıcı, bunca “diğergâmlaştırıcı” özelliğe sahipken, Peygamber Efendimizin mübarek Hutbe’sini irad ettiği yere, Cebelirahme’ye vardığımızda, tepeye tırmanırken merdivenler üstüne sıra sıra yatmış, ağlaşan ve hatta yerlerde kıvranan bir sürü kız çocuğu gördük. Sekiz on, on iki yaşları civarında. Hacıbaba hacıbaba diyerek yalvaran bu çocuklar bizlerden para dileniyorlardı. Hazreti Muhammed (s.a.v)’in dininde dilenmek, hele ki onun doğduğu topraklarda dilenmek, dilendirmek… Bunları görmüş olmak bizlere yeterince giran geldi. Ne tuhaftı ki çocukların kolları hep aynı yerden kopmuş.

Oysa Zemzem Tower adıyla anılan o heyula binalar öbeği bu bahsettiğim Rahme tepesine on-on beş kilometre mesafede.  Bu dilenciler çoğalarak Kabe’nin duvarlarına kadar gelirlerse, onlara meşru başka faaliyet alanları açılmazsa, bu alayişli binalarının heybetine gölge düşer. İslam topluluklarında yoksulluğun, dilenmenin yeri, mazereti olmasa gerek.

Zemzem gökdeleni üzerine bizim Türk hacılarının aşağı yukarı ortak kanaatleri hep aynı: Ne gereği vardı ki/ Kâbe’ye fazla yakın./ Kâbe’yi aşağıda bırakmış…

Ben, teknolojik her gelişmenin İslam ülkelerinde yaşanmasını arzu ederim. Bu dinin insanları modern hayatın her nimetinden istifade etmelidir. Lakin bilinçli kullanımla. Şuurla, hak ederek, isteyerek ve bu dine hakikaten layık olarak. Evet, Kâbe’ye çok fazla sokulmuş. Yalnızca gökdelen mi? Hayır! Çevresindeki otel inşaatları da öyle. Çok fazla yakın. Sanki koskoca Mekke şehrinde hiç yer kalmamış gibi.

Şuur deyince Harem-i Şerif’in içinde aşağı yukarı her bir revakın altında, başlarımız üzerinde beşer onar metrede bir,  saat asılmış. Beş vakit namazın birebir yaşandığı bu mübarek yerde saatin, vaktin önemi çok büyük. Eda edilen bir vakit namazının ardından hemen gelecek namazın ne zaman olduğunu bu saatlere bakıp öğrenebiliyoruz. Çok güzel. Ama saatlerin, İslam toplulukları için en önemli şey olduğunu Kur’an açık seçik beyan etmiş zaten. Bu saatler boşuna mı? “Bir işi bitirdiğinde hemen başka bir işe koyul” diyen ayet, İslam topluluklarına  “asla boşa geçirilecek bir saniyeniz yok” demek istiyor. Kâbe’deki saatlerin çokluğu bana bu ayeti hatırlattı. Bir tek o mu? Zemzem gökdeleni önündeki saatli meydanda uyuklayan, uzanarak uykular çeken, yan yatarak diğer namazı bekleyenleri görünce yine o ayeti hatırladım.

Başarılı bir organizasyonla, Diyanetin çatısı altında gidilen Hac seferinde İstanbul kafilesiyle kazasız belasız sağ salim döndük. Bizlerden hiç kaybolan olmadı. Zaten kaybolmamıza imkân yok. Zira bir bakışta anlaşılıyor Türkler. Üçü beşi bir araya gelmiş hemen oracıkta oturmuş bir şeyler yiyen birileri varsa hiç tereddüdünüz olmasın, onlar bizdendir. Yemek bahsine fazlaca değinmemden alınacaklar varsa onlara bu meselenin iyi, güzel yönünü de anlatmalıyım. Bizler çok yiyoruz ama yiyeceklerini başka milletlerin insanlarıyla paylaşan yegâne milletiz. Bunu da teslim edelim.

Anlaşıldığı kadarıyla Suudiler batı ülkelerinin yiyecek markalarına kapılarını açmış. Kızarmış tavuk dükkânlarından tutun her türlü pasta, şekerleme bulunabiliyor. Büyük sayılabilecek alışveriş merkezlerinde rastladığımız ürünlerin çoğu ithal ürünler. Zemzem Gökdeleninde yer alan yiyecek mağazalarında her milletin damak zevkine hitap eden yemekler bulunabiliyor. Ama öğle saatlerinde önünde uzun kuyruklar olan dükkân, Türklerin kebapçısı! Yetmiş iki milletin âdemleri o kuyrukta.

Simit, şu bizim ucuz ve lezzetli çıtır simit eğer Zemzem kulesinde satışa sunulabilse her halde bundan bütün dünya hacıları lezzetdar olur. İnşaallah diyelim.  Mekke, o yatırımcıyı bekliyor.

Bunca kalabalığın yemesi, içmesi düşünülmüş. Tabii olarak Suudiler tuvaletleri de ona göre bolca tutmuş. İhtiyac duyana bu tuvaletlerde duş imkânı da var. Suyun kıt olduğu bir belde diye bildiğimiz Mekke’de su bol, gani. Tuvaletler sürekli yıkanıyor. Tuvaletlerin olduğu yerde abdest alma yerleri de yeterli. Tek sorun temizlik görevlilerinin hortumlarla temizlik yaparken suyu oturma yerlerine de sıçratmaları ki abdest almak üzere dikkat etmeden oturan biri ıslanmış olarak kalkıyor. Hele ikindi üzeri bu temizlik görevlileri işi iyice coşturup gelenin geçenin ayaklarına tazyikli suyu veryansın ediyorlar. Kimi hacılar da ayaklarını suya tutup iyiden iyiye temizliğini yaptırıyor.

Medine’de olsun Mekke’de olsun satılan şeyler üç aşağı beş yukarı hep aynı. İnci dizileri, metal yüzükler, süs eşyaları, göz sürmesi, seccadeler… Alıcısına göre birkaç kalite ayırabiliyor insan. Yalnız bir şey dikkatimi çekti. Daha doğrusu gözlerimi rahatsız etti. Satılan seccadelerin bir düşük kalitesi var ki bizim paramızla iki liraya alabilirsiniz. Hayır, ucuz etin yahnisinden bahsetmiyorum. Seccadelerin üzerine dokunan resimlerden söz edeceğim. Hep alışık olduğumuz o Kâbe resmi, nasıl yamuk nasıl gelişigüzel dokunmuş. Kim dokumuş? Nerede dokunmuş? Araştırdığınızda Uzakdoğu ülkelerinden birinden ithal geldiği belli. Renkler berbat, çizim kötü, ne simetri var ne bir güzellik kaygısı. Bu topraklara, bu dine kim reva görmüş bu dokumaları? Sonradan hatırladım, bizim kendi ülkemizde de buna benzer imalat çok. Demem şu ki insanlar üç beş kuruş kazanabilmek için ibadet güzelliğini, ciddiyetini, daha açık ifadesiyle ibadette samimiyeti bırakmışlar. Alaca bulaca seccadeler hem dikkati dağıtıyor, hem ruhlara kasvet veriyor. Her sektörün mühendisleri var. Seccade gibi olmazsa olmaz bir dokumanın hiç mi ince fikirlisi, izan sahibi bir sorumlusu yoktur?

Aynı nasır bağlamışlığı Kâbe sürmesinde de gördük. Nerde o eski sürmedenlikler? Uydur kaydır imalat anlayışının ne yazık ki kurbanları bizleriz. Alanları hep gördük.

Çarşıları gezdik. Büyük pasajlarında dolaştık. En beğendiğim şey, bütün satıcıların Türkçe konuşuyor olmasıydı. Bir tanesi bir şey almadığımı fark edince “Sen ne alacaktın annem?” dedi. Afrikalı hacıların rağbet ettikleri yaldızlı termoslarla sarı çaydanlıklardan başka pek bir şey göremedim. Takılar. Evet, hanımlar için renkli takılar güzeldi. Bir de parfümleri. Çarşılar koku satan mağazalardan geçilmiyor. Zaten dünyamıza bugün için en fazla  koku mağazaları lâzım! Güzel koku cennetten işarettir derler.

Yollar, caddeler trafik levhalarıyla işaretlenmiş. Gayet güzel caddelemişler, işaretler de tamam. Fakat nedense trafik bir türlü akmak  bilmiyor. Arap şoför kornaya basmayı çok seviyor. Yoldan kafile halinde karşıya geçmeye çalışan hacılara da kızgın bakışlar attıkları olmuyor değil. Arapça bilsem “ama ne yapalım, her nimetin bir külfeti” diyeceğim. Diyemiyorum.

Hac yolculuğu meşakkatten ibaret demişlerdi daha yolun başında. Varsın meşakkat Kâbe yolunda olsun. Karınca misali gezindik durduk. İnsanlığımızı yeniden hatırladık. İnşallah unutmamak üzere.