Yeni Bir Politika Bilimi üzerine 1999’da Sosyalist Akademisyenler konferansında konuşan Immanuel Wallerstein şu tespiti yapar: “500 yıllık mevcudiyetinden sonra dünya kapitalist sistemi ilk kez gerçekten sistematik kriz içindedir ve biz kendimizi bir geçiş çağında buluyoruz. Yapısal nedenlerden dolayı netice belirsiz olmasına karşın bu geçişte kökten bir değişim perspektifi mevcuttur.” 1999 sonrası dünya tablosu bu tespiti doğrulamaktadır. Gerçekten de bir geçiş çağında yaşıyoruz ve bu geçiş süreci derinleşen ekonomik krize ve değişime tanıklık etmektedir. Küresel güç denkleminin yeniden kurulmasına paralel olarak dünyanın en hassas bölgesinde yapılan jeo-politik düzenleme siyasî dalgaların yükselmesine neden olmaktadır. Geçiş Çağı’nın içeriği ve buna yüklenen siyasî temalar ve stratejik amaçlar anlaşılmadan etrafımızda olup-biteni anlamak ve sağlıklı bir politik duruş geliştirmek imkânsızdır.
Derinleşen Kriz: Ekonomik krizin aşılacağı ve düzene gireceği yolundaki sözler gürültülü ve patırtılı reklâmdan ibarettir. Çünkü dünya-kapitalizmi, yapısal olarak kötü durumdadır. Tarihî bir dönüşüm söz konusudur. Ekonomik bünyenin iki kanadı, zenginlik ve yoksulluk genişlerken, iki kanadı taşıyan omurga giderek incelmektedir. İncelen omurga hantal vücudu taşıyamadığı için eğilmekte, bükülmekte ve kırılmaktadır. Angus Maddison’un 2000, 2008 yıllarına ilişkin olarak sunduğu küresel sermayenin tablosu ve bu sürecin 2050’deki tahmini görüntüleri, dünya kapitalist sisteminin sistematik kriz içine girdiğinin matematiksel ifadesidir. Keza aynı çerçevede yayımlanan son tablolar ve yapılan açıklamalar, krizin hızlı bir şekilde derinleştiğini göstermektedir.
Belirtilen kriz, birilerinin sandığı gibi sermayenin merkezi olan devletlerin çöküşü ve yok oluşu anlamına gelmemektedir. En geniş anlamıyla Batı dünyası sermayenin tek merkezi olmaktan çıkmaktadır. Çünkü sermaye tedrici olarak batı dışı devletlere doğru kaymakta, yani yer değiştirmektedir. Ekonomik krizin AB ülkelerine yansıyan siyasî dili: ‘Başkasını değil, kendini kurtul’ ‘İtalya çok büyük kurtarılamaz’ sloganı ile ifade edilmektedir. Yunanistan, İtalya ve İspanya üzerinden genişlemesi muhtemel ekonomik krizin batı dünyasının tümünü birinci derecede ve bütün dünyayı ikinci derecede etkileyecektir. Bu tabloyu gereği gibi tahlil eden batı dünyası, liberal-kapitalist sistemin kırılmasını önlemek ve devamını sağlamak için jeo-politik düzenleme faaliyetine girişmiştir. Batı kültürünün dışında kalan, fakat ekonomik ve teknolojik alanda yükselen güçleri kontrol altına almak için ABD, başta Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güney Kafkasya’yı, yani Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ı kendi siyasî, iktisadî ve askerî stratejilerine uygun hale getirmeye çalışmaktadır.
1999 sonrası Türkiyesi’nde yükselen siyasî algı belirtilen siyasî-stratejik modelin ürünüdür. Dikkat edilirse Türkiye hem Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde hem de Kafkasya’da ABD politikalarının gerçekleşmesine katkı sağlayan bir aracı konumundadır. Irak, Libya, Mısır ve Suriye konusunda sergilediği tavır, terörü çözüme kavuşturma yönünde muhatap aldığı Barzani, Türkiye’nin üstlendiği siyasî rolün ne olduğunu somut bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yükselen Dalgalar: İlk aşamada jeo-politik düzenlemeye tabi tutulan coğrafya İsrail, Ermenistan ve Gürcistan’ın dışındaki Müslüman ülkelerdir. Söz konusu ülkelerde uzun süredir toplumu kontrol etmek için üretilen, beslenen ve korunan ‘dünyevi krallıklar’ İslâm’ın yükselişi nedeniyle tabanı kontrol etme imkânını yitirdiler. Toplumun algısına uygun düşmeyen mevcut iktidarlara karşı iç dinamiklerin eseri olarak bir tepkinin yükseldiği ve topluma yayıldığı sosyolojik bir gerçektir. Bu kadar geniş tabanlı bir direniş hareketini dış / haricî amillerle izah etmek ilmî bir yaklaşımın dışına düşer. Fakat süreci analiz eden ve bu yönde politikalar geliştiren Batılı ülkelerin belirtilen durumu, jeo-politik düzenleme amacına matuf olarak kullandığı bir gerçektir.
Geçiş çağının ruhuna ve sosyolojik duruma uygun olarak Batı siyasî hedeflerini belirtilen coğrafyada İslâm üzerinden, daha doğrusu Sünnî-Selefî İslâm ağı üzerinden gerçekleştirmeyi planlamış ve bunu uygulamaya sokmuştur. Tunus, Libya, Mısır, Suriye gibi ülkelerde öne çıkanlar izlenen politikanın içeriğini somut olarak dışa vurmaktadır. Fakat bu noktada Batılı siyasî aktörlerin, Sünnî-Selefî geleneğin çok önemli özelliği olan İslâm anlayışını göz ardı ettikleri anlaşılmaktadır. İslâm’ın yorum modellerinden birisi olan bu anlayış özü itibariyle lafızcıdır. Dini ifadeleri esas alır ve bunun dışına çıkmaz. Aklın değer koyma yeteneğini kabul etmez. İktidarı elde etmek için Batı ile irtibata geçen dini-politik hareketlerin Batı’nın istediği gibi tabanı kontrol etmesi zor görünmektedir.
Libya, Tunus ve Mısır gibi ülkelerde gelişen politik ivme, Batı karşıtlığının İsrail üzerinden sürdüreceği izlenimini vermektedir. İsrail’e yönelik karşıtlığın giderek güçleneceğini anlayan batılı siyasîler ve diplomatlar bu gelişmeden rahatsızdır. Hatta İsrail, Batı’nın ilan ettiği baharı kışa çevirme noktasında direnmektedir. Öyle anlaşılıyor ki ehlileştirme hesabı tam olarak tutmamıştır. Şu an itibariyle İsrail ve ABD, Suriye’de bir değişikliğin olmasını istemiyorlar. Çünkü Suriye Selefî-Sünnî İslâm ağının tarihî bir merkezidir.
Söz konusu merkezlerin ortak algıya dönüşme ihtimalinin yüksek olduğu açık ve kapalı bir şekilde dillendirilmektedir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki direniş hareketlerine açık destek verdik. Müslüman dünyasında yükselen İslâmî kökenli partilerle çalışabiliriz. Tüm İslâmî kökenli partiler aynı değildir. Hem Türkiye hem İran dinî kökenli partilerle yönetiliyor, ama modelleri ve tutumları birbirinden farklıdır. Demokratik yollarla seçilen liderlerle birlikte çalışabiliriz. Adlandırmalar önemli değil, ne yaptıkları önemlidir.” Bu mesajı veren H. Clinton ardından Mısır’ı tehdit etmektedir: “Eğer Mısır’daki en kuvvetli siyasî güç, seçilmemiş yetkililerin doldurduğu bir hale dönüşürse gelecekteki huzursuzlukların tohumlarını ekmiş olurlar.” Coğrafyanın tarihi belleği ve İslâm algısı devreyi girmeye başladığı için diplomatik hamle yerini siyasî tehdide bırakmaya başlamıştır. İran’ın nükleer silaha sahip olduğu ve gerekli müdahalenin yapılmasına yönelik çağrı söz konusu krizi aşmaya ve topyekûn bir baskı politikası üretmeye neden olabilir. Bu süreçte İsrail, nükleer tesisleri yok etme bahanesiyle İran’a saldırabilir.
Batılı merkezi güçlerin derdi demokrasi ve özgürlük değildir. Hiçbir zamanda olmamıştır. Şu süreçte izlediği politika değerler üzerinden ekonomik gücü korumak ve liberal-kapitalist sistemin devamını sağlamaya yöneliktir. Diplomatik ve stratejik hamlelerin sonuç vermediği durumda savaş kırılma dönemlerinin en temel aracıdır. Öyleyse ya Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri iç çatışmaya sürüklenecektir. Ya da nükleer silahları yok etme bahanesi altında İran’a müdahale edilecektir. Türkiye, komşu ülkeleriyle sorunlarını azaltma yerine batılı merkezi devletlerin ağına düşerek tarihi bir hata yapmıştır. ABD adına Suriye’nin iç işlerine karışan ve oradaki olaylara elini bulaştıran siyasî iktidarın uyguladığı politika terörü tetiklemiştir. Terörün yükselişi izlenen politikayla doğrudan bağlantılıdır. Barzani gibi bir simide sarılmanın arkasında da bu gerçek yatmaktadır.