Uzun zamandır kafamızda kutsallaştırılmış ve yahut büyük güçler vehmedilmiş kavram ve kurumların aslında içinin bomboş olduğunu görüyorum.
Bu yüzden her daim kendimizle yüzleşmek gereğini ve bundan kaçışımızın da, bize zarar verdiğini söylüyorum.
Gerçekte bazı kavram ve kurumlar elbette vardır. Örneğin; millet, devlet, ordu ya da milleti millet yapan değerler ve inançlar gibi. Ama ya bunların içi boşsa?
Osmanlı – Türk İmparatorluğunun duraklama, gerileme ve çöküşünü bir düşünün. Özellikle gerileme ve çöküş dönemlerinde, dış baskılar sonucu yapılan reformlara bir bakın. Hangisi kurtuluşa vesile olmuş? O dönem koca bir devlet ve büyük bir millet, bir oradan bir buraya sürüklenip durmuş.
Birinci Dünya Savaşı’na bile galip devletlerle birlikte girmeyi arzulamış ve buna çabalamışız ama mecburen Almanya tarafında yer almak zorunda kalmışız. Yani savaşa girerken başımıza gelecekleri bilmemize rağmen sonuçtan kendimizi kurtaramamışız.
Ya Balkan Savaşlarına ne demeli? Küçük devletlerin minik orduları karşısında yaşanan tam bir dramdır. Adama sormazlar mı hiç, büyük devletin büyük ordusu böyle bir bozgun yaşar mı diye? Sormamışlar velhasıl…
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ise tam bir muamma. Dünyayı yönetme planlarını 1000’er yıllık zaman dilimleri için yapan haçlı batının, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dair verdiği ruhsatın nedenleri halen Türk halkınca öğrenilememiş ve anlaşılamamıştır.
Ancak batının, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna gösterdiği rıza; bir kısım Türklerce verilen İstiklal Mücadelesi’nin zorlayıcı etkisinin yanında, bu kadar büyük bir coğrafya da Türklere dayalı bir devlet olmaması halinde, batıya çıkacak güçlüklerin tam olarak hesap edilememesi ve öngörülen zorluklardan batının kaçınmasından dolayıdır.
Onun için Türkiye’ye ve Türklere bir 100 yıllık avans verildiğinden hep söz edilip durulur.
Türkler; Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, Sovyet Rusya’nın Kars, Ardahan, Iğdır bölgelerini ve Boğazların kontrolünün kendisine bırakılmasını talep edinceye kadar, devlet olmanın gereğini yerine getirmeye çalıştı. Ancak bu tarihten sonra ABD, Avrupa ve NATO’ya teslim olundu. Çünkü Türkiye’nin ve ordusunun Sovyet Rusya’ya karşı ne yazık ki direnecek gücü yoktu…
Bu süreçten sonra, özellikle ABD ve onu kontrol eden güçler; zaten zayıf temeller üzerine oturmuş bir Türkiye ve Türk milleti ile onun haklı olarak kutsallaştırdığı devlet ve ordu gibi kurum ve kavramları ile istediği gibi oynamaya başladı.
Türkiye’nin çok partili demokratik hayata geçtiği 1946 yılından bu yana, Türk halkının iradesine belirli yönlendirmelerle ipotek konulduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Hatırlarsanız, Türkiye’nin önemli kurumlarının başına seçtiği isimlerle ilgili her zaman çok büyük tartışmalar yaşanmıştır. Örneğin Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Genelkurmay Başkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı, MİT Müsteşarı, Rektör, TRT Genel Müdürü vs. gibi kurumların başına getirilecek kişilerle ilgili kapalı kapılar ardında büyük mücadeleler olur. Aslında bu mücadelenin kimler arasında olduğu çok karanlıktır. Bunlar kamuoyuna yansımaz ve yansısa da bir dedikodudan ibaret kalır. Örneğin ABD’den icazet almayanın başbakan olamayacağı gibi.
Türk ordusunun, 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980’de yaptığı darbelerin, ABD’den icazetli ya da en azından ABD’nin ses çıkarmaması yüzünden yapıldığı bu gün daha iyi anlaşılıyor. Çünkü o günlerde ABD, dünya konjoktürüne göre Türkiye üzerindeki etkisini yitirmek ve Türkiye’yi kaybetmek istemiyordu. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya da ortadan kalkması ve ya bölünmesi bu gün hangi ağır sonuçlara yol açacak ise bu dün de böyleydi. Bu gün ABD, Türkiye üzerinde o günlerden çok daha fazla etkilidir. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk Milleti bir beka sorunu ile karşı karşıyadır ama Türk Ordusu ABD istemediği için kılını bile kıpırdatamamakta ve aksine bir çok dava eliyle üst düzey komutanlar tutuklu olarak bulunmaktadır.
Geçtiğimiz günlerde ismi bende mahfuz olan Columbia Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi ile yaptığım sohbette, Türk Ordusu’nun uçak ve tanklarını ABD’nin izin vermediği bir kuvvete karşı, elektronik engelleme sebebiyle, kullanamayacağı iddiası aslında Türk Ordusu’nun kağıttan kaplan olduğuna dair söylemleri haklı çıkaran bir vurgudur.
ABD ve dış destekli PKK mücadelesine karşı Türk Ordusunun ve devletin haysiyetli bürokratlarının düşürüldüğü durum hem insani hem de vicdani açıdan çok rencide edicidir. Türk Milleti ve Türk Devleti adına toprağa düşmüş şehitlerin daha kanı kurumadan medya eliyle pompalanan “barış” kelimesi ve buna karşı hissedilen tepkisizlik bile bir çok şeyin kağıttan olduğunu göstermeye yetmiyor mu?
Yine Anayasa Mahkemesi, irticanın odağı olarak gösterdiği iktidar partisini kapatamamıştır. O zaman kapatmaya muktedir olmadığın bir siyasal partiyi niçin irticanın odağı olarak gösterirsin diye sormak gerekmiyor mu?
Bu gün uzmanlar dünyanın 100 yılda bir görülebilecek bir ekonomik buhranın içinden geçtiğini söylüyor. Peki kırılgan ve sermayesi yetersiz, üretimi sınırlı Türk ekonomisi buna nasıl etkilenmeden dayanıyor diye düşünmeden edemiyorum. Sakın istediklerini elde edinceye kadar, ekonomimize sağladıkları sübvansiyon bize ölüm öncesi iyiliği yaşatıyor olmasın?
27 Mayıs ve 12 Eylül’ün, ABD’nin desteğinde ya da en azından sessiz kalışı ile yapıldığını kabul ediyorsak bu ihtilallerden sonra yapılan anayasalarda da ABD etkisinden söz etmemek haksızlık olur. Demek ki bu toprakların gördüğü Anayasaların biri hariç (1921) tamamı dayatma ile yapılmıştır diye söylemek gerekir. İşte şimdi bize dayatılan “Yeni Anayasa”da, Türkiye üzerindeki en büyük etkili güç olan ABD ve onun yandaşlarının isteği ile hazırlanmaktadır.
ABD’nin bu kez istediği, yapılacak anayasa değişikliği ile Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde, Türk Milletinin adı silinmek suretiyle Türk Milletinin yasal hükümranlığına son vermektir.
Bunu da Türk ordusunu “kağıttan kaplan” olmakla niteleyerek dikkat çeken CHP milletvekili Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Süheyl Batum “Türklük yerine yurttaşlık gelsin” diye formüle ediyor ve Taraf Gazetesi de bunu sekiz sütuna manşet yapıyor.
Evet, bana göre Süheyl Batum haklıdır. Türk Ordusu’nun kağıttan kaplanlığına ben bir çok kurumu ve kutsalı da ekliyorum. Hakikaten içi boş bir kağıttan kaplan olma durumu mevcuttur. Çünkü bu kutsallar ve kurumlar ancak bana ve benim gibilere aslan kesilip diklenebiliyor. Esas diklenilmesi gerekenlere ise ne yapıyor, bilemiyorum. Onun için “Arap Baharı”nı bir kenara koyun da “Türk Baharı”na bakalım diyorum.
Ancak meraklısına bir notla bitirelim; bu ülkede kutsallaştırılmış bütün kavramlar ve bunların dayandığı kurumlar kağıttan kaplan olabilir, fakat Türk Milletinin öyle bir asli cevheri vardır ki; o bir gün yeniden ve yeni bir Mustafa Kemal’le ortaya çıkar ve her şeyi ters yüz eder. Söylemedi demeyin.