Osmanlı’da Padişah II. Mahmut dönemidir. Rusya’nın istekleri karşısında savaş ihtimali belirmiştir. Padişah, Prusya ile ittifak yapılmaksızın Rusya ile savaş yapılmasına taraftardır. Büyük devlet adamı Keçecizade İzzet Molla (Keçecizade Fuat Paşa’nın babası) ise bu fikre karşıdır. Savaş ihtimaline karşı hazırlıklar görüşülürken uykusuz geceler geçer, yorucu ve gerilimli toplantılar yapılır. Böyle bir toplantı arasında İzzet Molla’yı gören ve O’nu rahatlatmak isteyen iyi niyetli fakat cahil Kızlarağası ona şöyle der:
“Molla Efendi, o Rus Çarı’na tacı biz vermedik mi? Sen niye endişe ediyorsun ki; Padişahımız Efendimiz ceddinin verdiği tacı O’ndan almasını da bilir.”
Adamın bu tavrı karşısında, İzzet Molla, ellerini havaya kaldırıp şöyle dua eder:
“Allah’ım, şu adamın aklını bir gece olsun bana versen de, hiç değilse rahat bir uyku uyusam.”
*****
Medyada yazılıp, çizilen ve de söylenenlere bakınca bu tarihi olayı hatırlamadan edemiyorum. Eğer kendi iradenizi, aklınızı birine devretmişseniz, böyle bir ortamda bile, rahatça uyumak ve de mutlu bir halet-i ruhiye ile yaşamak mümkün olur.
Bağlı oldukları parti lideri, şeyh, hoca veya kanaat önderine iradesini ve aklını teslim etmiş olanlar arasında her türlü ünvan ve rütbede insan bulunmakta.
İşte yukarıda bahsi geçen kızlarağası tarzı bir mantıkla yazan Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Zaman Gazetesindeki köşesinde iki hafta önce bakın neler yazmıştı (09 Eylül 2011): “Çok önemli bir şeyi başarıyoruz: Liderlik üretiyoruz. Ortadoğu’da merkezinde yer aldığımız gelişmeler ve İsrail ile kontrolümüz altında büyüyen kriz bu liderliğin son numuneleri. Kürt sorununu çözerken, PKK terörüne karşı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yakaladığı ahlâkî üstünlük bu liderliğin eseri. Karar veriyoruz, verdiğimiz kararı icra ediyoruz ve sonuç alıyoruz. Türkiye’nin İsrail’le tırmandırdığı gerginliğin arkasında sağlam bir hesap ve ufuk duruyor. Belki en önemlisi Türkiye’nin geliştirdiği bu liderliği bizden başka kimse bu çeviklik ve akılla üretemiyor.“
******
İşte bütün mesele 1-“PKK terörüne karşı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yakaladığı ahlâkî üstünlük” kavramının ne kadar doğru olduğu, doğru ise sırf “ahlaki üstünlüğün” netice almak için yeterli olup olmadığı, 2- “Türkiye’nin geliştirdiği liderliğin son eseri” olan krizin “kontrolümüz altında” olup olmadığıdır.
1- Terör tekrar azmış durumda. PKK, bir yandan Güneydoğu bölgemizde bazı şehirlerde alan hâkimiyetini tescillemek, diğer tarafta başkent dâhil büyükşehirlerde kimseye rahat yüzü göstermeyeceğini ispatlamak için insanlık dışı eylemler yapmakta. Şehit sayıları istatistik vaka haline gelmiş durumda.
Türköne‘nin ifadesiyle “Devlet en olmaz denilen şeyi yaptı ve PKK şefleri ile uzlaştı.” Bu yapılan, devletin PKK’nın Kürt halkının temsilcisi olduğunu kabul ettiği anlamına yani “devletin ahlaki üstünlüğünü bırakması” olarak yorumlanabilir. Buna rağmen PKK, devleti pazarlık masasına oturtmayı başarmış olmanın ve (MİT-PKK görüşmelerinin ses kaydına göre) “yüzde 90-95 mutabakatı sağlamış olmanın” verdiği bir cüretle ahlaksızca can yakmaya devam etmekte. Ancak PKK’nın bu ahlaksızlığı liderinin “bebek katili” unvanını aldığı yıllardan kalan bir özelliği olduğuna göre, “ahlaki üstünlüğün” silahlı ve diplomatik üstünlükle birleştirmedikçe terörün bitirilemeyeceğinin görülmesi gerekirdi.
2- Diğer taraftan “Türkiye’yi “komşularla sıfır problem” politikalarından, “problemsiz sıfır komşu” neticesine isteyerek mi geldik? Son birkaç yılda bir özgüven patlaması yaşayan yöneticilerimizin emperyal bir devlet vizyonuna terfi etmesi mi veya tam tersi “emperyalist bir devletin yörüngesine girmesi” mi söz konusu?
Bir başka ifadeyle, gelişmeler Türk dış politikasının stratejik bir plan çerçevesinde yapılmış dış politika hamlelerinin eseri mi, yoksa bindiğimiz araç bizi istediği yöne mi götürüyor? (Yani “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” durumu mu?)
Eğer kontrol bizde ise Libya ve Suriye konusundaki tavrımız olayların başlangıcından bir iki hafta sonra neden yüz seksen derece değişti? Suriye’ye yaptırım uygulanması ve Füze Kalkanı Türkiye’nin projesi mi, Türkiye’ye faydası ne?
******
Herkes Mümtaz’er Türköne gibi cuş u huruş (coşku ve heyecan) içinde değil. Zaman Gazetesi’nin bir başka yazarı A. Turan Alkan (bizim gibi) tedirgin ve olayları endişe ile izlemekte. Alkan önce “biraz da gururumuzu okşayan” bu politikayı özetliyor (24.09.2011):
“Alışık olmadığımız derecede sert, gerektiğinde İsrail’le savaşmayı ve Batı blokuyla mesafeyi açmayı göze alan bir sertlik. Bu defa bazı gelişmelere mâruz kaldığımızdan ötürü sert dış politika izlememiz değil; bilakis sertliği öngören, hattâ hesaplıyor görüntüsü veren bir hesaplaşma arzusu hissedilmesi. Türkiye bu defa mâruz kalan değil, müdahil olan, gerginliği üstlenen taraf.”
Ve devam ediyor: “Otoyolda sol şeritte, gaz pedalını sonuna kadar kökleyerek gidiyoruz. Bu yol ve üslûbun niçin tercih edildiği konusunda idealist, yer yer romantik gerekçelerden başka açıklama yok ki bu gerekçeler sade vatandaş olarak bana tatminkâr gelmiyor… Sol şeritte 180 km hızla seyrettiğimizi belirtmekle yetiniyorum ve huzursuzum.” Alkan, bu politikaların Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, İsrail ve PKK şer ittifakına sebep olacağı, bunlara ABD/AB den gelecek destekleri de düşününce “hafazanallah” dedirtecek sonuçlarına işaret ederek temennisini ifade ediyor. “Ee; bu durumda bizim künhüne vâkıf olamadığımız fakat hükûmete esâsen mâlum bazı hikmetlerin varlığını hesab etmemiz gerekiyor herhalde; onlar her ne ise kamuoyu da bilmek ister. Sizi bilmem, ben tedirginim.“
Ahmet Turan Alkan’ı “hikmet-i hükümetten sual olunmaz” düşüncesi bile rahatlatamadığına göre, eminim şöyle dua ediyordur: “Allah’ım bana bir gece Mümtaz’er aklı ver de, ben de bir gece rahat uyuyayım.”