Cennet – i Hakiki

100

Cennet deyince akan sular durur.

Cennet’ten daha güzel bir şey akla gelebilir mi? Her şeyin güzeli orada. Dünyada güzel olan ne varsa  -aslında çirkin diye bir şey yok. Sadece aralarında derece farkı  var.-   Daha iyisi, daha güzeli, daha faydalısı Cennet’te.

Orada, içinden nehirler akan zümrüt gibi çayırlar var.

Orada, koltuklarına kurulmuş vaziyette; rüyalarında, evet yanlış okumadınız; rüyalarında gördükleri  çok kısa bir rüya ve düş anında, yani Dünya denilen bir yerde; nasıl yaşadıklarını temaşa edip, dünyadaki hayatlarını seyrederek, adeta gününü gün edecekler.

Hele rüyalarında yani dünya hayatlarında yaşantıları kabus içinde geçenler:  “Oh beee, iyi ki rüya imiş.” diye nasıl da derin bir sevince gark olacaklar.

Çünkü rüyada da olsa, elemin zevali  / yokluğu lezzete yol açar. Tıpkı lezzetin zeval ve yokluğu elem doğurduğu gibi.

Orada; kadının en güzeli, erkeğin en yakışıklısı, ortamın en ferah ve mutedil olanı, çocukların en şirini, meyve ve yemişlerin en tatlısı, bal ırmakları mı dersin süt ırmakları mı dersin hepsi orada mevcut.

Hem de şu anda. Fakat, asıl büyük halini Kıyamet’ten sonra alacak. Gerçek haşmetine, işte  ancak o zaman kavuşacak.

İşte öyle ve sonra, böyle olacak bir Cennet’te; ne korku, ne endişe, ne istikbal kaygı ve düşüncesi olacak yani olmayacak.

Orada; ne geçim, ne kış, ne kira derdi var. Yani hiçbiri yok. Ne çok sıcak, ne çok soğuk, her şeyin ortası yani kararda olanı var.

Orada; tuvalet ihtiyacı da yok. Dünyada ağaç ve bitkilerin nasıl ki, bu çeşit gereksinmeleri yoksa; insanların da öyle. Vücuttan atılacak olanlar; güzel hoş bir rayiha / koku salarak bedeni terk edecekler.

Evet, Cennet’te yokluk yok. Fakirlik yok. İhtiyaç duyulacak bir durum yok. Kısaca demek lazımsa; orada yok yok. Çünkü orada merak yok. Acımak yok. Keder ve gam  yok.

Zira orası;  varlar ülkesi. Varsıllar diyarı. Herkesin zengin  / varlıklı olduğu bir memleket.

Orası, sevinç ülkesi.

Orası;  herkesin, her bir yakınıyla birlikte olacağı yer. Hem de aynı zamanda, ayrı mekanlarda, istediği kimse ile istediği kadar, şuurlu ve bilinçli yani bizzat kendisi olarak visal / vuslat ve kavuşma halinde buluşacağı yer olacak.

Herkesin uzak – yakın herkesle bir  ve beraber olacağı ülke. Varlık da orada. Dirlik de orada. Birlik de orada.

Orada; dünyadayken akıl baliğ olmuş her yetişkin insan için, saltanat sürmek de var. Köşk ve saraylarda ikamet etmek  / oturmak da var. Saraylarda hizmet edecek emre amade sayısız hizmetçiler de var.

Orada; düşman tehlikesi, düşman saldırısı falan diye bir korku yok. Her yer ve herkes daima emn u aman içinde;  korkusuz, sonsuz bir hayat içinde olacak. Bu hal; ebediyyen  / sona ermeyecek şekilde sürüp gidecek.

Orası, adeta memurlar diyarı. Yani emir verileceklerin bulunduğu yer.

Orada; her şey, insanın emir ve isteklerine amade olacak.

Orada; her şey, insanın söyleyeceği  emirlere kulak dikmiş durumda; emre nazır ve hazır vaziyette; dudaklardan çıkacak istek buyruklarına; el-pençe divan durmuş halde olacak.

 Orada, cansız diye bir şey yok.

“Ve in min şey’in illa yüsebbihu bihamdihi.” / “Hatta, hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd / övgü ile tesbih / edip anmasın ve tenzih etmesin / her türlü kusur ve noksanlıklardan uzak tutmasın.” (İsra: 44) Ayeti; asıl orada tam tecelli edip kendini gösterecek .

Çünkü, Cennet’in taşı toprağı emir alabilecek, emri  yerine getirebilecek şekilde canlı olacak.

 Orada; meyve ağaçları dipdiri. Neye gel derse insan; yanına geliverir her şey gecikmeden. Üstelik, dalından kopardığı meyveler; anında yerinde, yeniden halk edilecek.

 Orada; hastalık, yorgunluk, bitkinlik arama. Uykusuzluk, açlık var sanma.

 Orada; her hangi bir ihtiyaca, ihtiyaç yok.

 Orada; güzellik var. Lezzet var. Haz var. Zevk var.

 Orada; ne erkekler kadınsız.

 Orada; ne kadınlar erkeksiz. 

 Orası, sefa yeri.

 Orası, vefa yeri.

 Orası; hayatın tam yeri, hayatın ta kendisi  be dostlar.

 Velhasıl; güzel, iyi, faydalı ne varsa; hepsi orada.

Çirkin, kötü, fena ne varsa;  yok orada.

Üstelik orada;  Yüce Rabbin; kendi cemalini, kendi hoş yüzünü  -tabii ki, mekandan münezzeh / yani mekansızlık zemininde –  Cennettekilere  göstermesi var.

 Evet, Allahü Zü’l-Celal Hazretleri; Cennet’te olmadığı halde, Cennet’ten müşahede edilecek. Tıpkı Ay; dünyada olmadığı halde, dünyadan görülüp seyredildiği gibi. Aynen Güneş; dünyada olmadığı halde, dünyada herkes ve her şeyle hem – hal olduğu gibi.

Bu lütfu Allah kullarından esirgemeyecek; “Rüyetullah”  / “Allahı görme bahtiyarlığı”na her kulu mazhar kılacak. Şüphesiz keyfiyet ve niteliği bilinemeyecek bir tarz ve şekilde. Üstelik “Rüyetullah” denen bu Cennet – baha mazhariyet ve erişme; Cennetlere bedel, Cennet üstü Cennet gibi bir şey.

 İşte böyle bir Cemalullah’a kavuşmanın ise, keyfine diyecek yok. Bunun üstünde bir lezzet, bir zevk ve bir haz; ne tasavvur, ne tahayyül ve ne de hayal edilebilir. Yani asla mümkün değil.

 İşte dostlar Cennet için söylenenler; söylenemeyenlerin yanında hiç kalır. Devede kulak kabilinden bir şey.

 Zaten, başka ne denebilir ki, çünkü Cennet’i  -Hz. Peygamber hariç-  ne bir göz görmüş ne de bir kulak işitmiş.

 İnşallah, Cennet’te ağırlanacak, ebediyyen Tanrı Misafiri olacak olanlar; bu gerçek güzellikleri, tam olarak görecekler.

 Bütün bunlara rağmen Aziz Okur! Cennet’ten daha güzel bir Cennet, Cennet’ten daha hoş bir Cennet var. Üstelik Cennet üstü bir Cennet.

 Fakat bu Cennet’i hak etmek, bu Cennet’e girmek için; ne ölmeyi beklemeye gerek var; ne Kıyamet’in kopmasına ve sonrasını intizar etmeye  lüzum var. Yani yok.

 Evet  Aziz Dostlar! Asıl Cennet’e, Cennet’ten daha üstün Cennet’e girmek herkesin elinde. Hem de bu dünyada. Hem de ölmeden. Hem de kabre konmadan. Beden kara toprağa yem olmadan. Şu anda yaşanılan, sağ olarak bulunulan bu fani dünyada; herkes gerçek Cennet’in kapısını çalabilir, içine girebilir, bağ ve bostanlarında gezebilir, yiyip içebilir; gerçek hayatın tadını doyasıya çıkarabilir.

 Ab-ı Hayat / Ab-ı Beka / Baki Hayat’ı Veren / Bengi Su’yu; daha bu dünyada iken içebilir. Asıl Cennet’in tadını daha bu dünyadayken alabilir. 

 İşte, “Muutu kable en temutu.” / “Ölmeden önce ölmek.” bu olsa gerek.

 Evet, Kur’an okumaya Besmele ile başlamak; Manevi Kur’an Cenneti’nin kapısını çalmaktır.

 Ayetleri okumaya girişmek; Kur’an’ın Ma’na Cenneti’ne adım atmaktır.

 Hakikaten, Kur’an Ayetleri’ni okuyup, mütalaa etmek; Kur’an’ın bağ ve bostanlarında gezintiye çıkmaktır.  

 Ayetler; anlaşıldığı nispette, Mana Cenneti Kur’an’ın mahfi / gizli sırlarına vakıf olunur.

Gerçek şu ki, Kur’an  Ayetleri’nin beyan ve açıklamaları; bilinip anlaşıldığı takdirde, Cennet’ten daha güzel. Huri denen Cennet Kızları’ndan daha latif / hoş. Selsebil’inden / Cennet’teki bir Çeşme ve Irmak’tan daha tatlıdır.   

Evet, Kur’an; Manevi Cennet / Mana Cenneti. Sureler O’nun Bahçeleri. Ayetler O’nun Bağ ve Bostanları’dır.

Ayetler’in mana ve anlamlarını sezmek ve anlamak, tefsir ve yorumlarına muttali ve vakıf olmak; Manevi Kur’an Bahçesi’ndeki türlü çeşit renklerdeki çiçekleri koklamak; onlardan mana demetleri devşirmek; Kur’an İklimi’nde teneffüs etmek / nefes almak ve bir nebze soluklanmak demektir.

 Çünkü, cisimle ilgili bütün zevk ve lezzetleri içinde bulunduran Maddi Cennet’ten alınacak lezzet ve zevklerden; Kur’an Cenneti’ndeki o parlak, ezeli / başlangıcı olmayan / sonsuz ve ebedi / sonu olmayan / sonsuz, yüksek ve güzel ayetleri fehmedip / anlamaktaki lezzet ve tad; çok daha ulvi, yüksek ve yücedir.

Zira, Mana; Maddeden önce geldiği gibi, Manevi / Mana Cenneti olan Kur’an Cenneti de Maddi Cennet’ten her bakımdan önce gelir. Nasıl ki, Ma’na olmasaydı Madde olmayacağı gibi. Çünkü,  Madde; Ma’na’nın tezahürü / görünür hal almasıdır.

Eğer, Manevi Kur’an Cennet’i olmasaydı; Maddi Cennet olmayacaktı. Maddi Cennet; varlığını Ma’na Cenneti’ne yani Kur’an’a borçludur.

 Koca Yunus; bunu bilmiş, bunu bulmuş, bunu görmüş olacak ki, demiş:

“Cennet Cennet dedikleri
Birkaç Köşk, birkaç Huri
Sen isteyene ver onları
Bana Seni gerek Seni”

Derken; işin farkına ve ayırdına vardığının sırrını da, veciz bir şekilde, açıkça ortaya koymuştur.

Allah’a inanmanın / “İman-ı Billah”
Allah’ı bilmenin ve tanımanın / “Marifetullah”
O’nu sevmenin / “Muhabbetullah”

O’nun istediği gibi olmanın yolu ve bu safhalardan sonra alınacak “Lezzet-i Ruhani” yani manevi    hazzı ve Cennetimsi tadı duymanın yolu; Kur’an Cenneti’ne girmekten, içinde dolaşmaktan geçiyor.

Kur’an Cenneti’ne girmeden Maddi Cennet’e girmenin bir manası  olmayacağı açıktır. Bu ise, dünyada yapılması gereken bir husustur.

Evet, Kur’an Cenneti, insana; dünyada Manevi bir Cennet’i sunarken; Maddi Cennet’in de, lezzet anahtarlarını bahşetmektedir.

Gerçi, Cennet’te; bütün manevi zevk ve lezzetler var. Fakat onlardan layıkıyla istifade etmenin yolu;  dünyadaki Kur’an Cenneti’nden geçmektedir.

Cennetin Cenneti, elinde
Uzak değil, kendi içinde

Elinizde, asıl anahtarı Cennet’in
Size kalmış karar, bari bilsen kıymetin

Cennet ne ki, elinizde, ondan daha güzeli
Ayet anlam bilgisi olmuş olalı, ezeli

Cennetten çok daha üstün, bir Cennet var
Kur’an Cenneti denen, manevi diyar

Ne Cennet’le taltif, ne de Cehennem’le tahvif
Kul oluştaki zevki; edemez kimse ta’rif

Sevgili Kari! Cennet denen Cennet, ne ki
Kur’an; elinizdeki, Cennet-i hakiki    

        

Önceki İçerikHaccın Önemi
Sonraki İçerikİlahiyatçı Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN Hocamızla Sırât-ı Müstakîm’i konuştuk
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.