Belalılar Koğuşu

93

Gardiyan, demir parmaklıklı kapıyı açtı. Kerim’i sırtından hızla içeriye doğru itti:

“Geç bakalım, bu koğuşta kalacaksın!”

İlk hissettiği, rutubet kokusu oldu. Birkaç adım attıktan sonra:

“Selamün aleyküm.” deyince, yarım yamalak “Ve aleyküm selam.” diye karşılık verdiler.

Atıldığı yer, dar, uzun ve loştu. Kapıdan girince, solda üçlü ranzalar vardı. Duvarın tavana bitiştiği yerde ise, ufak bir pencere görünüyordu. Duvarlar isten kararmıştı. Saçı sakalı birbirine karışmış mahkumların kimi yatıyor, kimi oturmuş,  sigara içiyordu. Kerim, nasıl bir yere atıldığını düşünürken, ranzalardan:

“Bir kurban daha!”

“İcabına bakarız!” gibi çirkin laflar atıldı.

Sonra buz gibi gözler üstünde gezindi. Garip bir ürküntü duydu. İçinden “Ya sabır!” dedi. Ranzasına doğru yürüdü. Beş altı adım yaklaşmıştı ki, şırakkk diye bir bıçak; önündeki bozuk betona saplanma mücadelesi verdi. Birkaç saniye titredikten sonra, devrildi. İrkilerek durdu. Başını kaldırdı. Alttan üçüncü ranzada bağdaş kurmuş, mahkumla göz göze geldi. Ceketi omuzunda, elleri dizlerinde, öylece bakıyordu. İri gövdeli, çil yüzlüydü. Nefret dolu bakışları, Kerim’i yiyecek gibiydi. Ranzadan atladığı gibi, önünde dikiliverdi. Eğilerek bıçağı aldı. Kerim’in göğsüne doğrultarak:

“Dur bakalım ahbap!”

Beklemediği bu engelleme, şaşırttı Kerim’i:

“Ranzama.” dedi yavaşça.

Bıçaklı mahkumun tepesi atmıştı bir defa:

“Ne sandın burayı, sahipsiz mi? Deli Bekir’den izin almak yok mu? Bu koğuştan ben sorumluyum ben! Anladın mı?”

“…………………”

“İznim olmadan, kimse gıkını çıkaramaz! Yakarım alimallah, hadi bas git! Üç gün cezalısın! Betonda yat da, aklın başına gelsin!”

İçinden bir “Lahavle” çekti. Anlaşılan ranzaya gitmeye izin yoktu. Çaresiz geri döndü. Kapının sağ tarafını mekan tuttu. Ceketini yere serip uzandı. Zaten ayakta duracak mecali kalmamıştı. Başı sağ eli üstünde, derin bir uykuya daldı. Atılan alaylı kahkahalar;  kulaklarında hala yankılanıp duruyordu.

Üç gün boyunca, kimse onunla konuşmadı! Kimse yüzüne bakmadı! Gündüz uzaktan uzağa, soğuk bir şekilde seyrettiler. Gece olunca da, sarıldılar battaniyelerine, sırtlarını dönüp ona, horul horul uyudular.

Üçüncü günün yatsı sonrasıydı. Yine namazını kılmış, sırtını duvara dayamış, kendi halinde oturuyordu. Gözünün önüne mahkemedeki duruşma geldi. Elini şakağına götürerek, neyle suçlandığını düşündü:

“Cebimde bir çakı bile taşımayan ben, devleti yıkma çabası içindeymişim!”

Acı bir gülümsemeyle söylediklerini hatırladı:

“Muhterem Hakim bey!” demişti; şehadet parmağını kaldırarak: “Bir tek gayem vardır. O da mezara yaklaştığım son anlarımda; İslam memleketi olan bu vatanda, gençlere iman şuuru vermek. Çünkü, milletimizin düşmanları çok. Bir ülkeyi işgal etmenin yolu ise, gençlerin kafalarını fetihten geçer. Zira kafaları fethedilen insanların ülkesini ele geçirmek gayet kolaydır. Bunun içindir ki, istila devletleri sömürge yapacakları kıt’alara ordularından evvel, kültürlerini gönderiyorlar. Örf, adet ve imanlarından mahrum edilmiş gençlerin, yabancı

ideolojilere daha kolay ve çabuk kapılacakları malumunuzdur. Kardeş kavgası ise, düşmana en iyi fırsattır. Ben gençlerimizin vatansever ve devletine bağlı, imanlı birer genç olarak yetişmelerini istiyorum. Beni serbest bırakın. Onların ıslahına, memleketimin insanına iman hizmetinde bulunayım.” demiş ve şöyle devam etmişti:

“Kaldı ki, devlet; kalbe bakmaz, ele bakar. Benim ne düşündüğümün değil, asıl ne yaptığımın, devleti ilgilendirmesi gerekir. Sayın Hakim bey, vatan millet aleyhine bir suçum olmadığı malum. Sadece yapabilir edebilir diye itham edilmeme gelince, bu takdirde herkesi hapse koymak lazım.” der demez Hakim, kaşlarını çatarak:

“Sen! Ne demek istiyorsun?” diye çıkışınca, sükunetle şu cevabı vermişti:

“Çünkü herkes katil olabilir. Herkes yangın çıkarabilir. Yani yapabilir edebilir diye suçlamak doğruysa, herkesi hapsetmek gerekmez mi? Kabul edersiniz ki, herkesin katil olma ihtimali var, ama katletmedikçe kimse hapse atılmıyor.”

Bu savunmasına rağmen, on beş ay hüküm giymişti. Artık düşünmek istemiyordu. Boş gözlerle tavana bakıyor, bir an zihnini boş tutmak istiyordu. Fakat nafile, elinde değildi ki, yine günler öncesinde buldu kendini. O akşam namazından sonra, her zaman okudukları tefsir kitabı için, apar topar karakola götürüldükleri, sorguya çekildikleri, sonunda arkadaşlarının bırakılıp, kendisinin mahkemeye çıkarıldığı, bir bir gözünün önünden geçti. O yüzden burada olduğunu düşündü.

Dördüncü günü, yine sabah namazını kılmış, duasını yapmış; seccade olarak kullandığı ceketinin üzerinde sağ yanı üzerine uzanmış, sağ elini şakağı altına koymuş. Biraz kestirmek istemişti. Bir süre sonra, kuşluk vakti uykusundan uyanınca şaşırdı! Çünkü ayak ucunda biri dikiliyordu! Bu, Deli Bekir’den başkası değildi! Yanına çömeldi:

“Günaydın arkadaş, nasılsın?” dedi sırıtarak.

“Çok şükür iyiyim.”

Deli Bekir, argo bir ifadeyle:

“Ne iyisi beee, belin bıkının uyuşmadı mı? ” demesiyle, ranzalardan bir kahkaha tufanı koptu:

“İyiymiş!”

“Düpedüz alay ediyor bizimle!”

Kerim, bu şamataya aldırmadan:

“O’ndan gelene razıyım. Lutfu da hoştur O’nun, kahrı da.”

Deli Bekir sertleşerek:

“Kimden bahsediyorsun?”

Kerim gayet sakin, sağ elini kaldırarak:

“Seni beni herkesi ve her şeyi yaratan Yüce Allah’tan.”

“Bak birader, ben, koğuşun en belalısıyım. Yani onların reisleriyim. İznim olmadan kimse istediğini yapamaz burada!”

“……………………..”

Eğildi, çenesini tutarak:

“Ben adamın dişlerini söker, kaburgalarını birbirine geçiririm!”

Genç mahkum, sükunetini yine muhafaza etti.

“Diyeceğim o ki, ya benim suyumda gidersin veya leşin çıkar buradan!”

“……………………..”

“Gördüğün gibi, gardiyanlar buraya giremezler! Çünkü, sağ çıkamayacaklarını bilirler! Anlıyorsun değil mi?”

“Evet.”

“Yemekleri bile, kapıdaki, ufacık delikten uzatıyorlar. (Dizini dürterek ) dinliyorsun değil mi?”

“Evet.”

 “Başta ben, ömür boyu hapisiz! Belalılar Koğuşu derler buraya. Onlar da en az benim kadar belalıdırlar! Ha sinek öldürmüşüz ha insan, hiç fark etmez! Bunun için kodesi boyladık ya! (Ranzadakilere dönerek) öyle değil mi arkadaşlar?”

Başlarını sallayarak:

“Evet.”

“Tabii.” Gibi tasdik sesleri yükseldi.

Durdu, nefeslendi biraz.. Sonra:

“Şimdi iyi dinle!”

Kerim, bayağı meraklandı. Biraz daha doğruldu. Duvara iyice yaslandı. Deli Bekir de

bağdaş kurup oturdu betona ve karşılıklı konuşmasına şöyle devam etti:

“Üç gündür dikiz ediyoruz seni! Hiçbir vakti kaçırmıyor, namazını kılıyorsun. Belli ki hocasın.”

“Evet.”

“Bir sorum var.”

“Sor bakalım.”

Deli Bekir, beklenmeyen bir ciddiyetle sürdürdü konuşmasını. Ranzadakiler de gelip halka oldular çevresinde. Eliyle kendini göstererek, hüzünlü bir sesle:

“Dünyam batmış batacağı kadar, fakat düşünmeden edemiyorum. Zihnimi kurcalayan bir soru var. Kulaklarımda çınlıyor hep!. Aklım rahat bırakmıyor ki, hayattan lezzet alayım. Daima ölümü düşündürüyor. Sürekli, ölüm sonrasını hatırlatıyor ve getirip önüme dikiyor. Ölümden sonra ya ebedi Cennet veya ebedi Cehennem varmış. Ölüm yeni bir hayatın başlangıcıymış. Oysa ben, birkaç kişinin katiliyim. Çoklarını da yaraladım derken, bir çocuk safiyetini aldı. Şimdi soruyorum. Benim için en ufak bir kurtuluş ümidi var mı? Yoksa hiç çıkmamak üzere mi gireceğim Cehenneme?”

Kerim, tatlı tatlı gülümsedi. Sağ elini onun sol dizine koyarak:

“Ey hapis musibetimde, benim yeni kardeşim dedi. Mademki Allah var. Elbette idam, yokluk ve hiçlik, inanan insanın dünyasında yoktur. Ancak inanmayan insanın dünyası yokluk, hiçlik ve ayrılıklarla doludur. Bu sualin bile, sende inancın var olduğunu gösteriyor.”

Mahkumlar da çıt çıkarmadan dinliyorlardı. Deli Bekir’in ise, bu sözler üzerine yüzü aydınlanmaya başlıyor, asık çehresi gittikçe mütebessim bir hal alıyordu. Kerim konuşmasına devam etti:

“Kimin için Allah var. Onun için her şey vardır. Kimin için Allah yoksa, onun için hiçbir şey yoktur. Bak kardeşim, tam bir içtenlikle pişman olur, eski haline dönmemek üzere tövbe eder; farzları yerine getirir, büyük günahlardan kaçınırsan; Allah seni affedebilir. Tabii dediğim gibi, farz ibadetleri yapmak şartiyle. İşte o zaman Cennetine koyabilir.”

Deli Bekir’in gözleri heyecandan fal taşı gibi açılarak:

“Koyabilir mi dedin?”

Gülümsedi Kerim hoca:

“Elbette koyabilir. Söyle bakalım, denizden bir kova su alsan eksilir mi?”

“Hayır.”

“Bir kova su katsan taşar mı? “

“Hayır.”

“Aynen bunun gibi, Allah’ın seni affetmesi rahmetini azaltmaz..”

Hala, kulaklarına inanamıyordu:

“Yani ümit var diyorsun ha?”

Güven verici bir sesle:

“Evet kardeşim.”

Sevinçle Kerim’in elini kaptığı gibi öpmeğe başladı. Arada bir alnına götürdü durdu.

Kerim:

“Dur yapma!” diyerek, güç bela elini kurtarabildi. Diğer mahkumlar da şaştılar bu işe. Biri:

“Geçmiş olsun hocam.” deyince, bu defa şaşıran Kerim hoca oldu.

Deli Bekir, bu “Geçmiş olsun.” Sözünü açıklamak zorunda kaldı:

“Arkadaş haklı hocam, hayatın, vereceğin cevaba bağlıydı! Beklemediğim bir cevap

alsaydım, işin bitikti! (Kerim’in hayreti, dinledikçe artıyordu.) Senden önce kime sordumsa, ‘senin için ümit yok!’ dediler. ‘Hiç mi kurtuluş çarem yok?’ dedim. ‘Hiç!’ dediler. ‘Öyleyse,  alın bakalım’ dedim ve giriştim. Yer misin, yemez misin? Hepsini komalık ettim! Bazılarını elimden zor aldılar. Nasılsa kaybedecek bir şeyim yoktu! Hapisse zaten hapistik! İdamsa, zaten sonumuz ölüm değil mi? Diye geçiriyordum içimden. Şimdi anladın mı verdiğin cevabın önemini? Sana da hayat hakkı tanımayacaktım! Seni de diğerlerinden farksız sandım! O yüzden üç gün, yüzüne baktırmadım! Kimseyi seninle konuşturmadım! Sonra, adet yerini bulsun diye sana da sordum. İyi ki sormuşum. “

Tekrar ellerine sarıldı:

“Affet bizi hocam, hakkında yanıldık. Sana zulmettik!”dedi ve aniden kalktı yerinden. Mahkumlara döndü. Eliyle yarım bir daire çizerek gürler gibi bir sesle:

“Heytttt bre mahpuslar!”

Herkes, reisin sağı solu belli olmaz diyerek, ranzalarına doğru gerilediler. Ve tam bir dikkat kesildiler.

“İndirin bütün yatakları! Yığın duvarın dibine üst üste!”

Bön bön birbirlerine bakan mahkumlar, denileni hemen yaptılar.

“Üç gece, Kerim hoca yatakların üstünde, bizler ise, betonda yatacağız!”

Kerim hoca tam ağzını açacaktı ki, bir şey demesine fırsat vermeden Deli Bekir; bu sefer koğuşun en uzak köşesini işaret ederek:

“Çabuk musluğun önüne bir battaniye gerin!”

Sebebini bilmedikleri emri anında yerine getirdiler. Bu şaşkınlığı henüz üzerlerinden atmamışlardı ki, üçüncü bir emirle sarsıldılar:

“Çabuk sıra olun bakalım!”

Son bir emir, koğuşta yankılandı:

“Herkes boy abdesti alacak!”

Beşinci günü, ikindi vaktiydi. Koğuştan yükselen sesler, herkesi telaşlandırdı. Bütün güvenlik personeli: “İsyan var! İsyan!” diyerek alarm zillerini çaldılar! Askerler, eller tetikte, süngüler takılı, yine isyan ettiklerinden emin oldukları Belalılar Koğuşu’na doğru koşuştular! Kapıya geldiklerinde, bir de ne görsünler! Kerim hoca önde, bütün mahkumlar arkasında saf tutarak namazlarını kılmışlar, dualarını yapmışlar, büyük ve içten gelen bir coşkuyla:

“Ya cemilü Ya Allah! Ya Kerimü Ya Allah!” diyerek, namaz tesbihatını  hep birlikte ifa etmiyorlar mı?

 

 

 

Önceki İçerikProf. Dr. Ali Osman Özcan Röportajının İkinci Bölümünde Huzur Arayanlara Hoşgörü ve Sevgi Tavsiye Ediyor
Sonraki İçerikOntoloji ve Bilişim Üzerine 1
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.