Osman ile Kerim, son dersten çıkmış, yurtların yolunu tutmuşlardı. Bir süre hiç konuşmadan iki yanı ağaçlı yoldan yürüdüler. Osman daha fazla dayanamadı:
“Hiç konuşmuyorsun, ne oldu bugün sana?”
“………………”
“Her zaman, ileri geri laflar ederdin. Hiç böyle suskun yürüdüğümüz oldu mu şimdiye kadar?”
Kerim hırçınlaştı:
“Ne çok konuşuyorsun!”
“Bir bu eksikti. Şimdi de beni mi paylıyorsun?”
“Özür dilerim, seni kırmak istemedim.”
“Seni hiç böyle durgun ve düşünceli görmemiştim.”
Bu şekilde konuşa konuşa yurtlara yaklaşmışlardı. Zaten yurtlar, fakülte binalarından en fazla on dakika uzaklıkta yükselen, beşer katlı altı bloktan ibaret olup, etrafları ağaçlarla çevriliydi. Önlerinde ise bir sürü banklar vardı. Boş buldukları birine oturdular. Bir iki dakika, gelip geçeni seyrettiler. Sonra, Kerim anlatmaya başladı:
“İnkılap Tarihi dersimize giren Prof. Kamil Bey, dersten sonra, odasına uğramamı istedi.”
“Eeeeee…?”
“Eeeeesi, ben de gittim.”
“Sonra?”
“Az kalsın gitmeyecektim!”
“Niye?”
“Canım sıkıştırmasana, anlatıyorum işte.”
“Tamam tamam, anlat bakalım.”
“Dersten sonra, hem yürüyor, hem de kendi kendime aktarıp kotarıyordum: ‘Acaba profesör, odasına gelmemi niçin istemişti? Neden başkasını değil de beni çağırmıştı? Halbuki dersi aksatacak bir şey yaptığımı hatırlamıyordum. Gerçi arka sıralarda bazı konuşmalar olmuştu ama, ben ağzımı bile açmamıştım. Öyleyse niye ben?’ diye düşünürken, bir öğrenciye çarptım. Onun ‘Önüne baksana kör müsün?’ demesine aldırış etmeden yürüdüm.
Birinci kata inmiştim. Köşeyi döndüm. Hoca odalarının bulunduğu kısma doğru ilerlerken; tekrar sınıftaki durumu gözden geçirdim. Bir hatam olup olmadığını hatırlamaya çalıştım ama, bir şey bulamadım.
“İşte, nihayet odasının önündeydim. Biraz sonra içeri girecektim. Fakat bir an durakladım! ‘Yoksa girmesem mi?’ Diye kararsızlık geçirdim! ‘Girer girmez alacak beni karşısına, verip veriştirecek!’ diye kafamda öyle hayaller kurdum ki, ister istemez kaşlarım çatıldı. Ciddileştim. Aslında, ne yapacağımı bilemiyordum! İçimi bir ateş bastı…
Sinirden olacak, tir tir titriyordum. ‘Hele bir bağırıp çağırsın…Biraz zor ya…
Yine de ben bilirim nasıl karşılık vereceğimi.’ Diye söyleniyordum!
“Belki kızgınlığı bununla da geçmeyecek, Dekanlığa bile bildirecekti beni…
‘Hay çağırmaz olaydı. Çattık be…
En iyisi geri döneyim. Yoksa iş daha da kötü olacak!’ dedim kendi kendime. Tam buna karar vermiştim ki, birkaç arkadaş önümde belirmesin mi? ‘Hey ne arıyorsun burada?’ diye sordular. ‘Hiç, hoca çağırmıştı da,’ demek zorunda kaldım. Artık, ne pahasına olursa olsun, odasına girmeliydim. Kapıya parmaklarımın tersiyle tık tık sesi çıkaracak şekilde vurdum ve yavaşça içeri süzüldüm. ‘Hocam, beni istemiştiniz.’ dedim.
“Masasında oturan Prof. Kamil Bey, başını kaldırarak gülümsedi: ‘Hoş geldin.’ Dedi.
Sonra sandalyeyi göstererek: ‘Otur evladım.’ Deyince çok şaşırdım. Ama, hiç istifimi bozmadım. ‘Nasılsa biraz sonra yüzünü asar, ses tonunu değiştirir. Ben bilmez miyim hiç?’
diye tetikte beklerken, profesör, sevgi dolu bir sesle: ‘Otursana oğlum.’ Demez mi! ‘Sana, bir hususu sormak için çağırdım.’ Adeta kekeleyerek: ‘Bana mı, bir hususu mu?’ dedim.
“Profesör, şaşkın bakışlarım arasında devam etti: ‘Bak oğlum! Dikkat ettim her dersimde, bana bakarak alayımsı bir eda ile gülümsüyorsun! Sanki benimle dalga geçiyor gibisin!
Her halde diyorum; ders anlatırken, farkında olmadan; ya uygunsuz bir söz sarf ediyor veya gülünç bir davranışta bulunuyorum ki, seni alaylı bir gülümsemek alıyor! İster istemez müstehziyane bir hale bürünüyorsun!’ Ben, renkten renge girerken, o devam ediyordu: ‘Eğer seni bu duruma düşürmek zorunda bırakan sözümü yahut hareketimi söylersen çok memnun olurum. Bir daha da onları yapmamaya çalışırım.
Tabii, sen de bu nahoş / hoş olmayan tavırdan kurtulmuş olursun. Öyle değil mi benim efendi oğlum?’
“Ne ummuş ne bulmuştum. Keşke yer yarılsaydı da içine girseydim. Ne diyebilirdim ki, çünkü ne uygunsuz bir sözü, ne de tuhaf bir davranışı vardı. Hatası, kusuru olan biri varsa, o da bendim! Profesör’ün ciddi bir şekilde ders anlatışını gördükçe -o yardımcı derse kayıtsızlığımdan olacak- sık sık alaylı bir gülüşten kendimi alamıyordum. Demek ki, bu hareketim hocamın gözünden kaçmamış.”
“Pekiiii, sonra ne oldu?”
“Ne mi oldu? Tabii ki, verecek bir cevap bulamadım. Ne diyebilirdim ki? ‘Şey efendim!’ diye kekeleyip durdum!…
Senin anlayacağın, profesör bana büyük bir ders vermişti. Beni dövseydi, hakaretler etseydi, hatta Dekanlığa verseydi, bu kadar tesir etmezdi. Artık bundan sonra, bütün hocalarıma karşı saygılı olacağıma dair, kendi kendime söz verdim.”
“Demek suskunluğunun sebebi buydu.”
“Evet arkadaşım…”
O günden sonra, o üniversite talebesi; o yardımcı dersi verip geçtiği ve o hocayla artık alakası kalmadığı halde; o profesörü nerde görse, hatta karşı kaldırımda bile olsa; hemen kendisine çeki düzen verir, ceketinin düğmelerini ilikler ve başıyla hocasını selamlar; saygısını her yerde ve her zaman gösterir oldu.