BİR EFSANE OLARAK KÜRESELLEŞME
İster hayatın olağan bir gerçeği olarak kabul edilsin, isterse moda bir kavram olsun, küreselleşme artık bütün “küre”de konuşulmaktadır. Kavramın özüne uygun bir nitelendirme ile tıpkı mallar, ürünler, malumatlar gibi o da bütün bir kürede dolaşım içerisindedir. Elbette ki dolaşımda olması, ona yüklenen anlamların gerçek olduğunu göstermez. Ancak “küre” esaslı bir dünyada yaşadığımızı bize sürekli olarak ikaz eder.
Görünmez elin görünür olma mücadelesi olan küreselleşme, millî piyasaları, millî olmaktan çıkararak yöneten görünmez elin, sadece dünya piyasasına değil, ‘küre’nin yönetimine de hâkim olma çabası veren bir ideolojidir. Ekonomide görünür hale gelen ‘görünmez el’in, siyasette de görünür olma çabasına şahit olunmaktadır. Bir taraftan küreselleşmenin dijital fareleri milliyet ağlarını dişlerken, diğer taraftan, görünmez elin çok kollu örümceği küresel ağın inşası ile meşgul olmaktadır. Dijital farelerin dişlediği millî ağlardan kopan parçalar, küresel ağa takılmaktadır. Bu bakımdan cebimize giren görünmez elin, irademize de el atması ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Küreselleşme, enformasyon ve teknolojiye vurgu ile anlatılıp, siyasî ve ideolojik boyutu göz ardı edildiğinde, kaçınılmaz ve pırıltılı bir yapı olarak kabul edilir. Bilhassa “enformasyon toplumu” kavramının cazibesine gizlendiğinde, ütopik kurgular, fiilen varmış gibi takdim edilmektedir. Hâlbuki ne kaçınılmaz bir süreçten, ne de pırıltılı bir küreden söz edilebilir. Esas olarak burada, teknoloji ve enformasyonun yayılmacılığının göz kamaştırıcı sunumunun altında yatan siyasî strateji ve bu istikamette uygulamaya konulan taktikler mevcuttur. Bu çerçevede küreselleşme, dünyanın neresinde bir değer varsa alınıp, üretim bandından geçirilerek bir metaya dönüştürülmek suretiyle bütün dünyaya pazarlanmasıdır. “Küresel düşün, yerel davran” sloganı tam da bunu ifade etmektedir.
“Küreselleşen dünyada” tabiri ile mevcuda sanal bir elbise biçilmekte ve sanki gerçekten “varmış” gibi propaganda teknikleri ile de dillendirilerek, bütün olan ve bitenler tartışma dışı bırakılmaya ya da söz konusu kavramlaştırma ile belirlenen alanın içine çekilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki bizatihi “globalisation” mevcudun üzerine giydirilebilecek bir elbise değildir, çünkü baştan sona sanal âlemin mahsulüdür. Ama bu elbiseyi ancak “bilgili” olanlar görebilir. “Yoktur” demek, cehaletle nitelendirilmeyi göze almak demektir ki bu durum birçok kişiyi en azından körlük ve ziyadesiyle de suskunluk sarmalına itmektedir. Hâlbuki söylenecek söz açık ve kesindir: Kral çıplak.
MİLLİYETÇİLİK HAKİKATİ
Milliyetçilik Avrupa merkezci yaklaşımlarla ele alındığında başlangıç olarak hep Fransız Devrimi esas alınmaktadır. Ancak millet ve milliyetçilik, ortaya çıkışı ve gelişimi itibariyle tarihin bir dönemine ya da dünyada bir mekâna sıkıştırılarak izah edilebilecek bir olgu değildir. Zira eğer mekân olarak Avrupa, tarih olarak 1780’ler esas alındığı takdirde, en azından Ötüken’den seslenen Bilge Kağan’ı anlamak mümkün olamayacaktır.
Milliyetçiliği, modern dünya için olumlu, sözde küresel çağ için olumsuz bir çerçevede değerlendirmek, çelişkili bir yaklaşım olmakla birlikte yaygınlık arz etmeye başlamıştır. Bu yaklaşımlarda milliyetçilik, küresel dünyada yerini alamayan milletlerin, başarısızlıklarına bağlı olarak ortaya çıkan bir hastalık gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
En ileri sanayi toplumlarında ve hatta “sanayi ötesi” olarak adlandırılanlarında bile milliyetçiliğin önde giden bir fikir, duygu ve siyasî yönelim olduğu gerçeği, teorinin bizatihi sahiplerinin çelişkisini göstermeye yeter niteliktedir. Milliyetçiliğin dünyanın her yerinde canlılığını devam ettirmesi, onun bir döneme hapsedilemeyecek, tarihî ve yaşanmakta olan bir olgu olduğunu göstermektedir. Milliyetçiliğin gelenekselliği, tarihi kökleri ve hatta izleri dikkate alınmadan günümüzün anlaşılmasının mümkün olmadığı da aşikârdır.
Milliyetçilik bir toplumun fertlerini birbirine kenetleyen gönül bağıdır. Millet ise sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde değil, aynı vatan üzerinde yaşayan insanların birlikteliğidir. Kaldı ki, aynı vatanı paylaşma sadece milletin siyasî tanımı için geçerli olup, sosyolojik tanımlama için zorunlu görülmemektedir. Zira milletlerin potansiyel varlığı siyasî sınırlarının ötesine taşabilmektedir. Türk milletinin mevcut durumu bunu göstermektedir. Geniş bir coğrafi alanda, siyasî sınırları birbirinden ayrı olmakla birlikte, aynı ruhu taşıyan insanlar, tek bir millet olarak düşünülebilir. Bu, toprağın önemini azaltmaz ancak millet dairesini daha geniş tutmaya yardım eder. Bununla birlikte meseleye toprak açısından bakmaya devam ettiğimizde görmekteyiz ki, bu coğrafya ezelden vatan yapılmıştır ve bu topraklar bizim için önemlidir. Zira toprağın kıymeti “vatan” olmasından kaynaklanmaktadır.
Bir cisim olarak toprak, ruh veya mana ile bütünleştiğinde vatan haline gelir. Toprağın ruhu, ona verilen manadan ve onunla, üzerinde yaşayan insanların geçmiş tecrübeleri ve şimdiki hayatlarından ortaya çıkan ortak değerden gelir. Böyle bir mana ve iklim dünyasında, “toprak, uğrunda ölen varsa vatandır”. Yine insanlar bastıkları yerleri toprak diyerek geçmez, altında kefensiz yatan, binlerce ve hatta milyonlarca ecdadı düşünür. Düşünür ki, “vatan topraklaşınca millet vatansızlaşır”. Böyle bir toprakta çiçeklenen insanlar, toprağa ekilen kan tohumlarından fışkırmaktadırlar. Şehitler toprağa birer cemre olarak düşüp, canlarını verirken, vatana can vermektedirler.
Milliyetçiliği bir doktrin veya dogmatik bir sistem olarak ele almak mümkün değildir. Milliyetçilik kendi gerçeklikleri nevi şahsına münhasır olan, zamana ve kültüre göre değişim arz eden kadim bir duygu, düşünce ve tatbikattır. Bu sebeple milliyetçilik dogmatik bir sistem haline geldiği takdirde, yeni meselelerle karşılaştığında gerekli çözümü ortaya koymayı temin edecek esneklikten mahrum kalır. Bunun gibi, farklı dogmatik anlayışlar, hepsi milliyetçilik adına hareket ediyorlar olsalar da aralarında şiddetli çatışmalara ve ayrılıklara sebep olabilir. Bu durum milliyetçiliğin siyasî arenanın duvarları arasında bir oyuna dönüştürülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu oyunda milliyetçilik, sert bir çarpışmanın malzemesi durumuna getirildiğinden, esasta bir ülkü olması ihmal edilir.
Mehmet İzzet’in belirttiği gibi “kendini gâh ırk, gâh dil, gâh toprak, gâh iktisat veya tarih hudutları ve kayıtları içine hapsetmek isteyen siyasetin baskısından kurtuluncadır ki, millîyet bir ülküdür; yani bizden kayıtsız şartsız, mutlak surette fedakârlık talep eden, itâat isteyen bir mukaddes gayedir”. Bu bakımdan milliyetçilik bir taraftan yeni durumlara intibak edecek esnekliğe, diğer taraftan da kendisinde bulunan derin hafızadan hareketle, geçmişe dayanan köklü yenilikleri bizatihi kendisi ortaya koyabilecek donanıma sahip olmalıdır. Esasında Türklerde milliyetçiliğin, Batıya nazaran daha köklü ve farklı oluşunun sebebi budur.
Hobsbawm’ın “milletler ve milliyetçilik alanındaki ciddi tarihçilerin inançlı bir politik milliyetçi olamayacaklarını” ileri sürmesine rağmen, milliyetçilik karşıtı bir duruşla milliyetçiliğin tarihinin nasıl yazılabileceği hususunda bir endişesinin olmadığı görülüyor. Milliyetçilik üzerinde araştırma yapanlar için gerçekçi tespitler yapabilmenin şartı olarak öne sürülen ‘milliyetçiliğe karşı mesafeli olmak’, emrin sahiplerince fiilen milliyetçiliğe karşı duruşla kendisini göstermektedir. Bu durumda objektiflik, karşı duruşla eşdeğer olarak kabul ettirilmeye çalışılırken, açıkça milliyet karşıtlığı taraftarlığı sergilenmektedir. Biz ise Hobsbawm’ın tersine mesafeyi milliyetçiliğe değil, ‘milliyetçiliğe karşı husumet duyma’ya koymaktayız. Rasyonel davranmayı emredenlerin akıllarına bağımlı olmadığımızdan, irrasyonel suçlamalarını göze alarak; araştırmacı sorumluluğu, namusu ve özgürlüğü adına, yegâne hakikat iddiasında da bulunmadan, kendi aklımıza müracaat ediyoruz.
EFSANEYE KARŞI HAKİKAT
Günümüzde Hollywood merkezli kurguların sanal görünümleri, milliyetçiliğin somut dokunuşu ile dalgalanmakta, sanal-gerçek çatışması ortaya çıkmaktadır. Milliyetçilik, küreselcilerin hayalini kâbusa dönüştürmektedir. Buna karşılık sömürgeleştirilmek istenenlerin kâbuslarına çöken küreselcilikten uyanışı da milliyetçilik temin etmektedir. Bu noktada milliyetçilik bilim ve objektiflik adına, hedef tahtasına dönüştürülmektedir.
Avrupa merkezli ama küre hedefli olarak estirilmeye çalışılan milliyetçilik karşıtı, etnisitecilik taraftarı fikir cereyanlarına maruz kalınmaktadır. Söz konusu yaklaşım tarzının bugüne dünden miras kaldığı görülmektedir. Burada millet ve milliyetçiliği Avrupa’nın icadı olarak takdim eden görüşlerde dikkatleri çeken husus, Avrupa merkezci bilginin kutsanarak, böyle bir oluşumun ancak Avrupa’dan çıkacağı ve yayılmasının da yine onlar sayesinde olacağıdır. Zaten Avrupa’nın dâhili olmadan ortaya çıkan milletler ve milliyetçilikler hem olumsuz hem de hastalıklıdır! Dünya tarihini Avrupa merkezinden yazan bu yaklaşım, haliyle kendisinden önce ve kendisinden uzakta böyle bir olgunun mevcudiyetini reddedecektir.
Diğer taraftan ırkçılığın felsefi temellerinin atıldığı Fransa, Almanya ve uygulamaların merkezi olan bu ülkelerle birlikte, ırk önyargısı ve soykırım üzerine inşa edilmiş Amerika’nın, hâlihazırda da ırkçılığı merkeze yerleştirdikleri milliyetçiliklerini her imkânı değerlendirerek -bazen de sırf bunun için imkânlar oluşturarak- sergilemektedirler. Ancak bütün bu tarihî ve güncel düşünce ve uygulamalara rağmen, kendilerinin değil ama ötekinin milliyetçilik yaptığını ifade etmektedirler. Zira hayal ettikleri dünyada, icat etmeye çalıştıkları düzen, Avrupa merkezci milliyetçilik açıklamalarının dışında kendine özgü biçimleriyle var olan milliyetçilik hakikati tarafından bozulmaktadır.
Bir dönem komünistler evrensellikten söz ederlerken, milliyetçiliğin ortadan kalkacağından dem vurdular. Şimdilerde benzer ifadeleri küreselciler kullanmakta, bu arada da eski ümmetçiler giderek evrenselleşmektedirler. Evrenselliğin millî duvarları yıkıp, yerini evrensel bir dünyaya bırakacağı iddiası, bilhassa da komünizm söz konusu olduğunda, milliyetçilik duygularının bir tarafa atılıp, müşterek bir işçi hareketinin olacağı beklentisi, milliyetçiliğin, bizatihi bu ideolojinin de içine girmesi ve belirleyici bir unsur haline gelmesi suretiyle, adeta yok olmuştur.
Marksistlerin ön gördüğü yegâne kolektif kimlik olan sınıf kimliği, milliyetçiliğin bir alt kimliği dahi olamamış, bir menfaat birliğinden öteye geçememiştir. Ancak, küreselcilerin kısmen “tarihin sonu” iddiasında, kısmen de diğer küreselleştirici teorilerde ya da alt ideolojilerde, beklentiler tekrar millî sınırların ortadan kalkmasına yönelik olarak ortaya çıkmıştır. Tıpkı komünizm gibi bir ideoloji olan küreselciliğin de yanıldığı, komünizmde ödenen ağır faturalar, insanlığın önüne gelmeden belli olmuştur. Küresel güçlerle mücadelede en etkili yolun millî direnişte olduğu kanaati, milliyetçileri haklı çıkarmış ve ona yeniden bir güç vermiştir. Hatta eski evrenselcilerin bir kısmı, küresel kapitalizmle mücadelede “ulusçuluğu” seçmişlerdir.
Küreselciler, milliyetçiliğin ortadan kalkmakta olduğunu iddia etmekle birkaç noktada yanılmaktadırlar. Evvela bizatihi küreselciler, göçmenlerin gittikçe artması ve yine onlara yönelik artan tepki dolayısıyla kendi içlerinde milliyetçi cereyanların artışına şahit olmaktadırlar. Üstelik yabancı düşmanlığı çerçevesinde beliren ve şiddetlenerek büyüyen olumsuz bir milliyetçi cereyanla karşı karşıya bulunmaktadırlar. Esasında burada, geçmişte uzun dönem uyguladıkları, ırkçılık tecrübelerine bir dönüş gözlenmektedir.
Meselenin diğer cephesinde küreselleşmeye maruz kalan toplumlarda gözlenen milliyetçi tepkiler yer almaktadır. Küreselleşmenin emperyalist amaçlarına ve bunun uygulamalarına maruz kalanlar, ’emperyalizm düşmanlığı’ çerçevesinde milliyetçilik hareketleri içerisinde yer almaktadırlar. Tepkiselliğe bağlı olarak gelişen bu hareketler hırçın ve dışlayıcı bir üslupla, olumsuz bir çerçevede gittikçe şiddetlenmektedir. Söz konusu şiddetlenme küreselleşmeden duyulan rahatsızlığa bağlı olarak artmaktadır.
Bütün bunların dışında, tabii süreç içerisinde seyretmekle birlikte, küreselcilerin millî kültürü ve geleneği ihmal ederek, milletleri edilgen bir konumda ele almalarından dolayı göremedikleri, daimî olarak nitelendirebileceğimiz bir milliyetçilik mevcuttur. Bunlar, köklü milliyetçilik tecrübesine sahip ve yine bu çerçevede köklü gelenekleri olan millet ve bunun şuurunda olan bireylerinin, tabii bir süreçte devam edegelen ve geleneklerini küreselleşmenin dayatmalarına cevap verebilecek şekilde değiştirerek devam ettiren, tepkiselliğin hırçınlığından ve dışlayıcılığından uzak olarak geliştirdikleri milliyetçi hareketlerdir.
Küreselcilerin iddialarının aksine milliyetçilik geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemini devam ettirmektedir. Zira “Globalizm”, olgu olarak sosyolojik boyutlarını inkâr etmiyoruz ama bir sömürü sistemi olarak yayılma mücadelesi içerisindedir ve bunun karşısında durabilecek yegâne güç milliyetçiliktir. Bu sebeple kabilecilik küreselciliğin yayılmacılığını kolaylaştıran bir ideoloji olarak desteklenirken, bunun karşısında milliyetçilik gözden düşürülmeye çalışılmaktadır.
Buna karşılık ideolojiyi yaygınlaştıran Amerika, ihraç ettiğinin aksine “banal milliyetçilik” nitelendirmesinde olduğu gibi köksüz ve saldırgan milliyetçilik olarak ifade edebileceğimiz bir tarzda, başka milletleri dışlayan olumsuz bir milliyetçilik uygulaması içerisindedir. Küresel yayılmacılık karşısında kabileleri inkâr etmeyen ama kabilecilik yapmayan, bütünlükçü bir milliyetçilik anlayışı ile durulabilir.
Batının milliyetçilik düşünce ve duygusunu ideolojileştirip, sömürünün meşruiyet kaynağı olarak kullanması, bizim farklı idrak ettiğimiz ve buna bağlı olarak da tatbikatını kendimize göre yaptığımız milliyetçiliği terk etmemizi gerektirmediği gibi, söz konusu günaha ortak edilmemiz de doğru değildir. Batının sömürgeci milliyetçiliği hâlihazırda devam etmekle birlikte, dünyaya hâkim olabilmek için muhataplarında milliyetçi direnişi yıkma mücadelesi verilmekte olduğu gerçeği bir yana, milliyetçiliğin Batının elinde Frankeştayna dönüşmesinden dolayı, kavramın kendi idrakimiz çerçevesinde devam ettirilmesi ve geliştirilmesini bir insanlık vazifesi olarak da görmemiz gerekir.
Ayrıca şu anda sömürüye meşruiyet sağlayan en önemli kavram demokrasidir. Batının bu gidişle söz konusu kavramı da frankeştaynlaştırması sonrasında, faraza ileride bu kavramı günah keçisi olarak ilan etmesi neticesinde, bizim de buna uymamız ne kadar abesle iştigal ise, milliyetçilik için de aynı durum geçerlidir.
Söz konusu millet ve milliyetçilik olunca tartışmalarda merkeze “devlet” konulmaktadır. Kürede savrulan siyasî cereyanda bir tarafta her şeye kadir devlet (olumlu-kutsal), diğer tarafta her esaretin müsebbibi devlet (olumsuz-lanetli) bulunmaktadır. Yine küreselleşme ile ilişkilendirildiğinde, sınırsız bir dünyada lüzumsuzlaşan köhne bir kurum olmaktan başlamak üzere, küreselleşmenin emperyalist emellerine direnen bir kaleye kadar uzanan çizgide devlet, ya yadsınmakta ya da kutsanmaktadır.
Küreyi bir bütün olarak idrak eden insanlık efsanesi ile bir küreye birden çok devleti fazla görenler olduğu gibi; küreye bu kadar devleti az görüp, her farklıyı devletleştirmek gerektiğini belirtenler de vardır. Elbette bu kutuplar arasında kalan görüşler de söz konusudur ve bunları sadece klasik nitelendirmelerle (sağ-sol, liberal-sosyal, bireyci-toplumcu, seçkinci-katılımcı, vb.) ele alıp sınıflandırmak, indirgemeciliğe müracaat etmeden, pek mümkün değildir.
Türkiye söz konusu olduğunda, millet hakikati ile millî devlet oluşumunu birbirinden ayırt etmeden meselenin anlaşılması zordur. Millî devletin oluşumu, gelişimi ve ideolojisinin kendisini kabul ettirme sorunu ile milletleşmeyi eşdeğer tutmak, meseleyi “milletleşme” adı altında değerlendirmek doğru bir yaklaşım değildir. Millî devletin teşekkülü ile eş zamanlı olarak ortaya çıkan “batılılaşma” meselesi de ayrıca dikkate alınmalıdır.
Millet, medeniyet dairesinden ayrı tutulamaz. Bu bakımdan batılılaşmayı “medeniyet değiştirme” çabası olarak düşünenler, millete “rağmen” bir ideoloji oluşturmaya çalışmışlardır. İşte bu noktada millet kendi hakikatleri ile bir taraftan “kopuş” olarak nitelendirilebilecek değiştirme çabalarının boşa çıkması durumunu ortaya çıkarmış ya da “denge” oluşturucu bir rol oynamıştır. Medeniyet değiştirme çabasındaki “millet”in bu rolü, meselenin “milletleşme” olarak algılanmasını doğurmuştur. Hâlbuki mesele “millet”in içinde seyrettiği geleneğin akışı üzerine yapılan müdahalelerde merkezîleşmektedir.
Köle olmamış bir millet olarak, kendi içinde veya dışında köle yaratmayan bir Türk milliyetçiliği anlayışı tarihimize damgasını vurmuştur. Bugünün ve geleceğin böyle bir anlayışa ihtiyacı, Batı tipi milliyetçiliğin kahredici sonuçları ile birlikte, gittikçe şiddetli bir şekilde artmaktadır. Bu itibarla Türk milliyetçiliği sadece kendisi küresel sömürü ile mücadele etmekle kalmayacak, İstiklal Harbi sonrasında olduğu gibi mazlum milletler için de hem bir lider hem de model olacaktır.
Geleneği ve millî değerleri ihmal etmeden ortaya koyacağımız esaslı ve ilkeli millet anlayışı, geliştireceğimiz milliyet duygusu ve bu çerçevede gerçekleştireceğimiz milliyetçilik fikri, küresel bir kargaşalığın ve insanî çöküşün şiddetlendiği dünya için de kurtuluş olacaktır.