Muhabbetin İçtimâîleşmesi veyâ Töre ile Türk Olmak

127
Türk Töresi

Türk Töresi

Sevgili okuyucu! Sen, eline kalem alıp yazan, yazmayı düşünen gelmiş geçmiş bütün müelliflerin adı belirsiz, olgunlukla mütekâmil, müsâmahası engin, halden anlar, büyük kederlere ve sevinçlere ortak olabilen geniş kavrayışlı bir şahıssın. Birçok büyük mütefekkir, kendi devirlerinde yakınları, yaşadıkları toplumun ileri gelenleri tarafından anlaşılmasalar dahi kaleme sarılır ve nerede, nasıl, ne zaman yaşadığını bilmedikleri sana içlerini dökmekten kendilerini alamazlar. Sen o yazarın yakını veyâ çağdaşı olmak zorunda değilsin. Düşünüyorum da bunca büyük gönüllü insanın muhâtabı olan sen, belki de tarihin en kayda değer meçhul kahramanısın.

İnsanda bir yerlerde saklı, sadece kendine âit tutmak istediği mahrem dünyalar bulunması pek tabiî görünür. Fakat gene insanda en büyük duygu, fikir, icat, keşif birikimlerini deşifre edip hemcinsleriyle paylaşma ihtiyâcı da baskın bir rûhî taleptir. Bu iki kutsî hal arasındaki çelişki senin şahsında muvâzenesini bulur. Gerçi yazan en mahrem duygularını, meselelerini ortaya döktüğünü zannetse de çok defâ cemiyet o gönül dağını ne görür ne de duyar… Ama ey aziz okuyucu! Senin karşında, bir fikrin çilesini çeken insan, kuytu mâbet köşelerinde en içten, en yanık niyazlarını Rabbine döken âşıklardan farklı değildir. O, senin şahsında bir itminan duygusunu yaşar.

Aslında tek tek bildik sîmâlar değildir okuyucu. Okuyucu bir ma’şerî şuurdur. Ve yazı zamâna rehin edilmiştir. Yazı, ebediyet demektir. Okuyucu bu edebiyyetin sâhibi sıfatıyla yazarın karşısına, halde ve bütün gelecek zamanlarda yaşayacak insanlık âilesi nâmına çıkar.

* * *

Hz. Yusuf’a kardeşleri bile dost değildi. Onu kandırıp çöl ortasında bir kuyuya atarak ölüme terk ettiler. Ama Yusuf kardeşlerinden görmediği sevgi ve alâkayı Züleyhâ’dan ve hattâ daha sonra bütün Mısır halkından doya doya gördü ve yaşadı.

İnsanlar sâdece yaşama içgüdüsüyle mi bir arada bulunma ihtiyâcındadırlar? Âileyi câzip kılan sadece kan bağı mıdır? Yoksa o ocakta, insanın ezelî ve fıtrî yönelişi olan muhabbet en tabiî tezâhürleriyle yaşandığından mı vazgeçilmez ilk toplum örneğidir! Âile, anne babanın ivazsız garazsız sevgileri etrâfında, sürekli çevresindekileri rahatlatan ferâgatleri sâyesinde şekillenen ilk sosyal birlik. Âile, ancak özünde gönlünden sevgi kaynayan bir merkezin bulunduğu sevgi ocağı ise mânâlı toplum örneği olabiliyor. Aksi taktirde, arada birinci dereceden kan bağı bulunsa dahî bu, paylaşacak, ortaklaşa yaşayacak sevgileri tükenen insanların berâberliklerini sürdürmelerine yetmiyor. Aynı mantık, içinde barındığımız her cins topluma şâmil kılınabilir. İnsanları bir arada tutan en mühim güç sevgidir. Tarih boyunca yaşanmış berâberlikler dâimâ şu veyâ bu seviyede, şu veyâ bu mâhiyette sevgiler üzerine binâ edilegelmiştir.

Mutasavvıflarımız sevginin mahluk olmadığını söylerler. Kendi edepleri içersinde kâinâtın bu ezelî kudretini tebcil ederler. Varlık âlemindeki her bir tezâhürün mânâsı, aslında o şeyin mazhar olduğu sevgi tecellîsiyle eşdeğer olmaktadır. Dolayısıyle sevgi mefhûmuyla mânâ mefhûmu arasındaki organik birlik görülmeden, madde ve ruh ilişkisi çözülmezmiş gibi geliyor. Toplumlar, insanların gönüllü birlikte yaşama irâdeleri tarafından şekilleniyor iseler, bu gönüllü hayâtın sürekliliği, paylaşılmakta olan daha geniş çerçevelerdeki değerler sistemiyle îzah edilebilir ancak. Bu hâle muhabbetin içtimâileşmesi demek aşırı bir ifade sayılmamalıdır. Yoksa kan bağı gibi sâdece uzvî bir sebeble insanları ilelebet yan yana tutmak kabil değildir. Kaldı ki gönül akrabalıklarına dâir deyim ve atasözleri dilimizde hayli zengindir. Yâni, kan bağı esâsına bağlı gibi görünse bile, insan birliktelikleri behemehal geri planda daha güçlü sevgilere dayanıyor.

Bu sevgiler, alt seviyedeki insanlarda güç kuvvet elde etme hırsı, yaşama sevgisi… gibi normal veya egoist türlere bürünürken, derece derece daha ileri idraklerde mücerret değerlere doğru yükselmektedir. Bir toplum içinde yaşamanın, bağlanılan sevgiyi teneffüs etme imkânı verdiği, vereceği hükmü, insanları o toplum içinde tutan harç olmaktadır.

Dikkat edilirse 1789 Fransız İhtilâli’ne kadar ırk fikrine dayalı millet tariflerine rastlanmaz. Eski zaman milletleri aslında birer ümmettirler. Bir dünya görüşünün mensuplarına millet denmektedir.

Millet-i İbrahim, İsâ’nın ümmeti, Mûsâ’nın Ümmeti, Ümmet-i Muhammed tâbirlerini hepimiz biliriz. Bu toplulukların hepsi de -zaman zaman bâzı bölünmelere uğramakla berâber-ortak bir ilâhî sevgi, bir merkez şahsiyete duyulan aşkın muhabbet esâsına göre terekküp etmişlerdir. Bu merkez şahsiyetler başta peygamberler, mezhep kurucuları, büyük veliler… vs. dir. Mezhep ve tarikatlar din kurucularının merkezi fonksiyonlarını reddetmeyen, büyük daire içinde yer alan daha husûsî dâirelerden ibarettirler. Ortodoks da Katolik ve Protestan da Hz. İsa’ya aynı kıymeti verir, kendi sevgisinin daha saf olduğu iddiâsını bırakmaz. Siyasî organizasyonların şekilleri, güçleri, ihâta alanları, sayıları ne kadar çeşitli olursa olsun, ihtilâl öncesi dünya insanlığı genel olarak imanlarına göre sınıflandırılabilecek bir ana karakter taşımaktaydı.

İman ise sevginin dînî literatürdeki adıdır: Çünkü insanın bağlılık veyâ teslimiyeti ancak sevgiyle mümkündür. Aklî bilgiler emin bilgiler değildir. Ne kadar sübjektif de görünse, müminin imânı, onun için her türlü akli alternatifin ötesinde bir kesin bilgi, derûnî tecrübedir. İspatlanması da gerekli ve şart değildir.

* * *

Orhun Kitâbeleri’nde “Öd Tengri yaşar (veyâ “yasar”)” şeklinde geçen ifâde, eski kültürümüzdeki Tanrı, varlık ve zaman (Öd zaman demek) idraklerinin mâhiyetlerini ortaya koyan çok kuvvetli bir inanışı aksettiriyor. Daha İslâm’dan evvel Kağan’ın dilinden zamanda yaşayanın yalnız Tanrı olduğu fikrinin taşa kazınarak ebedileştirilmesi, aynı taşlarda Tanrı’dan gelip Tanrı’daki diriliğe dönüldüğünü aksettiren ifadelerle birleştirilirse, bu gün bile söylemeye cesâret edemeyeceğimiz bir hayat felsefesi ortaya çıkar. Bu hükümler, bize göre, küçük fâniler olan insanların da Tanrı’ya mânâca iştirâki ve bir iştirak idrâki içinde yaşaması demektir.

Modern zamanlardaki pozitivist anlayışlar, insanoğlunu kuşatan fizik ve metafizik çerçeveleri meydana getiren unsurları, o kadar alelâde materyallermiş gibi gösterdi ki insan, zaman, insanın ruh dünyası… ilk bakışta bütün derinliğini kaybetmiş göründü.

Mâverâî mesajlarını kaybederek sıradanlaşan sâhalardan biri de tarih oldu. İnsanlık tarihindeki büyük rolü, vücûda getirdiği muhtelif varyantlı engin medeniyetli ile Şark ve Garp medeniyet dâireleri yanında üçüncü büyük ekolü meydana getiren Türklük ve medeniyeti de, bilinen bütün kaynaklarına rağmen bu sıradanlaşmadan nasibini aldı.

Zamanı yaşayan Tanrı’dır diyen Bilge Kağan kitabeler boyunca düşündüğü ve yaptığı her hareketi, ulaştığı hedefleri ve kurduğu düzeni açıkça Tanrı’ya ve O’nun düzeni demek olan Töre’ye bağlarken; biz bu metinleri siyâsî ve harp tarihi dokümanları olarak görmekten bir türlü vaz geçmedik.

Halbuki, başka bir açıdan bakıldığı zaman, yâni Bilge Kağan’ın açısından bakıldığı takdirde, onca mâcerânın ve daha nicelerinin ancak ve sâdece Tanrı yolunda gidildiği, Töre’ye hizmet vasfı taşıdığı zaman makbul tutulduğu görülecektir. Asıl olan Töre gayrettir.”Üstten Tanrı basmadıkça, altta yer parçalanmadıkça” bozulması muhal görülen Töre, okadar merkezi fonksiyona sâhiptir ki, “KÖK TÜRK” tâbiri de buna bağlanır. Sanıldığı gibi buradaki “TÜRK” kelimesi bir ırkı ifade etmez. Türk, Töre’ye uyan, Töre ise Tanrı’nın yaratış kânunları demektir. Kutadgu Bilig müellifi bu konuda açıkça “Töre’nin gerçek koyucusu Tanrı’dır.”(3192.b.) hükmünü vereli bin sene oluyor. Ama fark etmenin zamanı yeni geliyor herhalde. Törütgen Tanrı’nın koyduğu ilâhi düzendir Töre ve Türk de ona uyan kişi… Yani Tanrı’ya yönelen insandır Türk. Bütün gayretini Töre’yi ihyâ prensibine bağlıyan İlterişler, Köl Tiğinler, Bilge Kağanlar onun için devletlerine “KÖK TÜRK” ismini koymuşlardır. Bu tâbir, “Töre’ye gerçekten bağlı, onu hakîkî mutevâsıyla yaşayıp ihyâ eden topluluk ” mânâsında kullanılmıştır. Asla ırk ifade etmez. Çünkü, Kök Türk’ün ne öncesi ne sonrası vardır. Maksat tamamıyle Tanrı nizâmına sadâkati göstermekten ibarettir. Âsırlar sonra Kuzey Afrika’da kurulan bir İslam devletinin “MUVAHHİDLER” ismini alması gibidir. Yâni Türklük bir dünya görüşü mensuplarının sıfatıdır, bir ırkın adı değildir. Antropolojik bakımdan da Türklük dâiresindeki toplulukların hiç te aynı ırka mensup olmadıkları görülür. Uygar’la Gagavuz, Macar’la Osmanlı, Kazak’la Azeri tiplerine aynı ırkın mensupları denilebilir mi? Fakat bunlar Türk’tür. Çünkü asırlar boyu Töre eksenli bir devlet ve tevhid kültürü içinde yaşamışlar, kültürel bütünlük kazanmışlardır.

Kültürün ekseni Töre, Töre’nin tevhid anlayışı; Töre’nin hâkim karakteri, mensuplarını yâni Türkler’i devlet kurmaya zorlamasıdır. Çünkü Töre, ancak devlet müessesiyle mer’î olabilen bir sistem ihtivâ etmektedir. Neden devlete ihtiyaç duyulur? Çünkü Töre’deki tevhid mesajına inanan insanların öteki beşerî organizasyonlar karşısında ayakta durabilmeleri lazımdır. Tevhid fikri de bu birliği zarûrî kılmaktadır. Çünkü o insanlar ancak Töre’nin devletinde kendi varlığında Tanrı’yı bulmuş, küllî kavrayışı beşerî plana aksettirebilecek, yâni Tanrı’nın Kut’unu kazanmış insanlar olabilirler. Böylece eşyânın hakîkatine nüfuz etmiş “BİLGE” idâreciler, madde mânâ muvâzenesini kurmuş olan Türk Medeniyeti’ni Şark’a ve Garb’a rağmen asırlarca üstün ve hâkim kılabilmişlerdir.

Daha önce belirttiğimiz gibi Fransız İhtilâli’yle ortaya çıkan ırk fikri etrafında oluşmuş millet târifi, İhtilâl öncesi tarihte rastlanmamış bir anlayıştır. İstisnâsı Yahudi’lerde görülür. Çünkü onların dini millî karakterlidir ve İhtilâl’in önde gelen fikir adamlarının Yahudi asıllı veya mason olmaları bu fikri meydana getirir.

Elbette bilinen geçmişi bakımından bu günkü Türk topluluklarının soy problemi yoktur. Dünya kavimleri arasında bilinen en uzun geçmişlerden biri bu topluluklara âittir. Ancak başlangıçtan beri bir soy ve ırk gayreti Türk tarihinin karakteristiği olmamıştır. Aksine bir durum cihana hizmet devleti anlayışıyla da çelişir. Peki Töre’ye uyan topluluklara Türk deniyorsa, Türkçe nereden çıktı? diye bir soru akla gelebilir. Bizce Türkçe Töre’nin içinden doğduğu ilk topluluğun dili olmalıdır. Bu gün bu ilk topluluk hakkında fikir yürütmek için yerince bilgimiz yok. Şu kadarını düşünmeden edemiyoruz:

Bilindiği gibi Töre’de KARA renk HAKÎKAT’in sembolüdür. Kitâbeler’de geçen “KARA BODUN” hakîkî kâvim manasına geliyor. Çünkü kitabelere bakılırsa Kök Türk devleti içinde onca kavim bulunmasına rağmen, Töre’nin kaybına en fazla üzülen zümre bunlardır. Ve kendilerini Bilge Kağan,”KARA KAMAĞ TÜRK BODUN” sıfatıyla anar. Türkçe bunların dili olmalıdır. Diğer toplulukların bugün karşılaştığımız şîve farklılıkları, coğrafî ve kültürel muhitleri yanında, Töre öncesi hayatlarından kalan dil yâdigârları olmalıdır. Ancak bu gün hiç kimse diğerine Türklüğünün nisbetiyle öğünemez. Töre’yi benimseyen herkes Türk’tür. Arnavut asıllı Mehmet Âkif de, Çerkez Ethem de, Tunuslu Hayrettin Paşa da, Gazî Giray Han da, Rum Mehmet Paşa da, Said-i Kürdî de, Hırvat Sokullu, Acem Nizâmülmülk… Türktürler.

Devşirmelik, sadece Osmanlı’ya mahsus bir sistem zannedilir. Halbuki yukarıdaki isimlere bakılınca da görüleceği gibi bütün Türk tarihinde mer’iyette bulunan bir müessesedir. Ayrıca başka topluluk insanlarına kendi savunmasını yaptırmak gayretinden ziyâde bir tür beyin göçü ve kalifiye eleman transferi olduğu kadar, mevcut tevhid müesseselerini en liyâkatle kim yürütürse ona teslim etme büyüklüğüdür aynı zamanda.

İslam öncesi Töre devletlerinde de, İslam sonrası Töre devletlerinde de (devlete ana özelliklerini yine Töre verdiği ve Töre’deki tevhidci nizam fikri İslâmiyetle tam bir uyum gösterdiği, İslâmi dönemde de Türk Töre’si hayâtını sürdürdüğü için) bu gönüllü transfer sistemi kullanılmıştır. Bilge Tonyukuk’tan Sogd kavmine, Nizâmülmülk âilesinden Sokullu’ya kadar Töre’ye intisab edip Türk olan herkes en yüksek makamlara kadar çıkabilmişler ve medeniyete unutulmaz katkılarda bulunmuşlardır. Aynı durum Arnavut, Boşnak, Çerkes, Kürt… kavimleri için de söz konusudur. Bunlar aynı zamanda Orta Asya’daki Yakut, Çuvaş, Kazak, Kırgız ve benzerleri gibi Türk olmuş topluluklardır artık.

* * *

Vaktiyle sevgili Kabaklı Hoca’nın Türk Edebiyatı dergisinde Tolstoy’un bir mektubu yayınlanmıştı. Bir Gürcü kadını ona yazdığı mektubunda oğullarının İslâmiyet’e geçerek Kafkas direnişine katıldıklarını anlatıyor ve onlar adına duyduğu teessürü naklederek cehennem azâbına mahkûm olmalarından korktuğunu dile getiriyordu. Şimdi Edebiyat dergisinin hangi sayısında neşredildiğini araştırma gereğini duymadığım cevâbî mektubunda Tolstoy meâlen, her büyük dinin insanları iyi, doğru ve güzele sevk ettiğini, onları sevgi ortamlarında mesud yaşatma gâyesine yönelik olduğunu anlatıyor ve “İtiraf etmeli ki hanımefendi, İslâmiyet Hristiyanlığa göre daha derli toplu bir dindir. Müsterih olunuz” diyerek kadını rahatlatmaya çalışıyordu.

Büyük kafalı, büyük gönüllü insanların bu vasıflarının arkasında teferruat çalılarına takılmadan, dikkatlerini dâimâ asıl olanda tutmaları bulunsa gerekir. Tolstoy’un bu tavrı insan ve din konusunda aradığımız müsâmahanın ipuçlarını veriyor.

“Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” hükmü, dînin özüne dâir yapılacak tefekküre zemin veriyor. Çünkü insan din için değil, din insan içindir. Halifetullah sıfatını hâiz insan, dinler vâsıtasıyla insanın iç dünyasını (geçmiş tecrübeler ışığında) daha kolay tasfiye edilebiliyor. Temelinde ilâhî aşk bulunan İslâm dîni de aslında yeni bir din değildir. Allah indinde(baştan beri) tek din İslâm’dır. Hz. Adem’den bu yana gelen bütün semâvî dinler İslâm’dır.

Nitekim Âmentü’de Kitaplar’a ve Peygamberler’e iman şarttı, insanlık tarihini bu noktadan birleyen anlayışın en veciz bir hükümdür.

İslam’ın büyük ölçüde eski gelenekleri -dinleri- toparlayıcılığı gayet sarihtir. Neshettiği hükümler istisnâ edilirse ana sistemde tevhid ana fikri dâimâ eksen teşkil etmiştir. O bakımdan özünde tek Tanrı inanışı ve tevhid mesajı bulunan Töre’nin târihimizdeki devamlılığı yadırganacak bir durum yaratmaz.

– “Muhabbetin İctimâîleşmesi veya Töre ile Türkleşmek”, Yeni Toplum, S.1, İstanbul, Mayıs 1992, s.136-139.