Mana-yı Harfii – Mana-yı İsmii

110

“Lealleküm tetefekkerune.” / “Ta düşününüz.” (Bakara: 219)

“Le ayatin likavmin yetefekkerune.” / “Düşünen bir topluluk için ayetler, deliller vardır.”(Yunus: 24)

 “Vessema’i zati’l-hübük.” / “Düşün yıldız kümeleri ile dolu gök kubbeyi!” (Yani bu muazzam evrenin yaratılışını ve O’na karşı sorumluluğunu düşün!) (Zariyat: 7, Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, 2. bs. 1997 s. 1068 – 1069)

“Tefekkürü saatin hayrün min ibadeti senetin.” (İhya – i Ulumi’d – Din, 4: 409) Hadis-i Şerifi, bazen “Bir saat tefekkür’ün bir sene ibadet” hükmünde olduğunu açıklıyor . Tefekküre / Düşünmeye büyük teşvikte bulunuyor. Akıl ve kalbi tefekkür yolunda kullanmak gerektiğine işaret ediyor.

Nitekim gök yüzünde ışıldayarak, göz kırpan yıldızlara; yıldızlar hesabına bakılırsa, bu basit bir bakış olur. Fakat yıldızlar; kainat sarayının tavanından sarkıtılan aydınlatıcı bin bir elektrik ampulleri olarak düşünülürse işin çehresi değişir.

Madem ki, kainat bir saray gibidir. Öyleyse onun bir mimarı, bir planlayıcısı, bir yapanı vardır. Çünkü san’at, san’atkarsız meydana gelemez. Demek ki, yıldızları; gök kubbe denilen tavanda asılı olarak durduran; san’atkar bir kudret sahibi vardır. Yani, yıldızlar kendiliğinden oluşmamışlar; kendiliklerinden bulundukları mekanlarda yerleşmemişlerdir. Asla, kendi kendilerinin yapıcıları değillerdir.

İşte, yıldızları kendi başlarına olmuş veya oluyorlar diyerek, ya da öyle sanarak; maharet, fonksiyon ve hizmetlerini onların kendilerinden bilip, yaratıcıyı düşünmeyerek akla getirmemek; bakıp da görmemektir. Ki, buna Mana-yı İsmi’yle bakış denir. Yani, bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan manasıyla yetinmekten ibarettir.

Fakat, yıldızlara bakınca, aynı zamanda onların kainat sarayının tavanını süsleyen, ait oldukları kasrı aydınlatan ve bu sebeple oraya yerleştirilen, yani bir başkası tarafından yerlerine konulmuş olduklarını düşünüp akıl etmek ise; sadece bakmakla yetinmeyip aynı zamanda görmektir de.

Unutulmasın ki, hem basar, hem basiret sahibi olmalı. Yani baş gözüyle bakarak basarı; akıl, kalp ve ilim gözüyle görerek de basireti harekete geçirmelidir. Baş gözüyle madde; akıl, kalp, ilim ve gönül gözüyle ise bakılandan beklenen ve istenen maksat, gaye ve hikmet hasıl olur. Yani o şeyin manası görülür.

Basar; yani, baş gözü bizleri malumat sahibi yapar. Basiret gözü ise, ilim ve marifet sahibi kılar. Böylece Marifetullah / Allahı bilme ve tanıma yolunda, nice mesafeler alırız. Yani, yapılanda yapanı, fiilde faili, nakışta nakkaşı, resimde ressamı, bestede bestekarı ve binada mimarı v.s. kısaca maddede manayı görürüz. Ki zaten, asıl görmek de, bu şekilde olur ve olmalı.

Esbap ve sebeplerden Müsebbibü’l-Esbaba / Sebeplerin Sebebi olan Allah’a yol bulmak; bakmanın yanı sıra, aynı zamanda görmektir de. Evet, her şeye, mesela yıldızlara Mana-yı İsmi’yle yani o şeylerin kendi zatları hesabına bakılırsa; bu boş bir bakıştır. Kuru bir malumat ve bilgiden başka bir şey değildir. Yani, bakılanlarda; onların gösterdiklerini görmemektir. Halbuki basarda yani bakışta kalmayıp da, basirete yani görüşe geçmek asıl olmalı. Maddeye bakarken, manayı da görmeli.

Maddenin manaya pencere olduğu gerçeği unutulmamalı. Kısaca; aklı doyurup, kalbi aç bırakmamalıdır. Bakışla yetinmeyip, görüşe de geçmelidir. Kaldı ki, bir çok ayetler insandan bakışla yetinmeyip, görüş sahibi olmasını da istiyor. Nitekim, ayetler yıldızlara işaret ederken; yıldızlar, insanların meçhulü değildi. Keza:

 “E fe la yenzurune ile’l-ibili keyfe hulikat?” / “Bakmazlar mı: Deve nasıl yaratılmış?” (Gaşiye: 17)

Ayeti Deve’ye dikkati çekerken de, Araplar, Deve’yi bilmiyor değildi. Elbette biliyorlardı. Fakat onlar Deve’ye nimet gözüyle bakıyor; bir türlü nimetten İn’am’a / nimeti verene yükselemiyorlardı.

İşte, nimete bakıp da, nimet vereni düşünüp akıl etmemek; eksik ve nakıs bir bakış ve anlayıştır. Bakışta kalıp görüşe geçememektir! Oysa, insandan istenen şey; baktığı her şeyden Yaratan’a yol bulmasıdır. Ki, buna Mana-yı Harfi’yle bakış diyoruz.

Çünkü, her şey, her madde; aslında manaya açılan birer penceredir. Unutulmasın ki, pencere görmez. Pencereden bakan görür. Zaten pencereler; binalar için değil, binalardaki pencerelerden bakacak olan insanlar içindir. Evet, pencere bakmaz, pencereden insanlar bakar ve ancak onlar görür.

Zira, kainatta büyük küçük her varlık, her canlı, her bitki; bin bir çeşit pencere hükmündedir. Pencerelerden bakıp görecek olanlar ise insanlardır. İşte insan olan insandan beklenen; maddeyi bu çerçevede, bu fonksiyonuyla ele alması; bakmanın ötesine geçip, asıl olan görmeyi gerçekleştirmesidir.

Nitekim, bu husus veciz bir şekilde şöyle ifade edilmiştir:

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsil (ve öğrenim)imde yalnız dört kelime ile dört kelam (söz) öğrendim;… kelimelerden maksat: Mana-yı Harfi (ki, bir şeyin kendisini değil de sanatkarını, ustasını, sahibini bilip tanıtan manasını gösterir), Mana-yı İsmi (ki, bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan manasına işaret eder, diğerleri ise) Niyet, (ve) Nazar’dır.

“Cenab-ı Hakk’ın masivasına (yani kainata) Mana-yı Harfi’yle ve O’nun hesabına bakmak lazımdır. Mana-yı İsmi’yle ve esbab (sebepler) hesabına bakmak hatadır.

“Evet, her şeyin iki ciheti (yönü) vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de Halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli (dantel gibi) bir perde veya şeffaf (saydam) bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı (dayanak noktasını) gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im (nimeti veren), san’ata bakıldığı zaman Sani’ (her şeyi san’atlı olarak yaratan Allah), esbaba (sebeplere) nazar edildiği (bakıldığı) vakit Müessir-i Hakiki (gerçek etki sahibi olan Allah) zihne ve fikre gelmelidir.”

Evet, öyle dört kelime ve kelam ki, hariçte bir şey bırakmıyor. “Efradını cami, ağyarını mani.” bir anlam taşıyor. Yani “Lüzumlu her şeyi içeriyor, yersiz her şeyi dışarıda bırakıyor.”

Not: Bu yazıda, sadece iki Kelime’yi açıklamaya çalıştık.

Önceki İçerikIrak nasıl da özgürleştirildi?
Sonraki İçerikBen Müslümanın Tek Tip Olanını Severim
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.