Türkiye’nin Gayrı Müslimleri

103

Küreselleşme dalgasının etnik kimlikler üzerindeki söylemi, Türkiye’de bütün kesimleri etkiler duruma geldi. Üstelik bu etnik kimlik söylemi, sadece mevcut geleneksel kimlikler üzerinde yapılandırılmıyor. Aynı zamanda bir zamanlar var olduğuna inanılan arkaik toplulukların yeniden inşası alanlarına da kaymaktadır. Bir zamanlar Anadolu’da mevcut oldukları ancak tarihi ve arkeolojik belgelerle kanıtlanabilen bu arkaik topluluklar, entelektüel ve siyasal gündemin en önemli tartışma konularından birisi olmaktadır.

Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Düzce konuşması tartışmanın geçmişle ilgili ilmi bir konu olmadığını, günümüzle ilgili olduğunu ortaya koyan resmi ve önemli bir açıklamadır. Sayın Başbakan Düzce’de; Farklı etnik kimlikte olanları ülkemizde kovduğumuzu, bunun faşizan bir yaklaşım olduğunu ve aklıselimle düşünüldüğünde bu uygulamanın bir hata olduğunu, söyledi.

Küresel dalganın etniklikle ilgili varyantını tartışan bir çok yazar da konuyu daha önce edebi kurgu, sosyolojik muhayyile, tarihi değerlendirmeler ve felsefi tasarımlarla uzun zamandan beri işlemektedir. Etnik kimliklerin erimesi, değişmesi veya ideolojik tarzlara bağlı olarak kendini farklı biçimlerde ifade etmesi gibi konular bu tartışmalarda fazla gündeme gelmiyor. Tartışmanın tarafları, Türkiye’nin etnik temizlik yaptığını ispatlamak veya Türkiye’nin etnik temizlik yapmadığını açıklamak gibi konularla ilgileniyorlar. Türkiye, Türkler veya Müslümanlar bu süreç içinde fail/özne, gayrı müslümler ise meful/nesne, masum ve edilgen birer cemaat olarak ele alınmaktadır. Çatışma Failin ve mefulun taraftarı olma gibi bir süreç içinde yaşanmaya devam ediyor.

Ancak sosyal değişme ve farklılaşma konusu ile ilgilenenler, değişmenin her zaman iki farklı grubun çatışmasıyla meydana gelmediğini bilirler. Değer çatışması ile grup çatışması her zaman biri biriyle örtüşmez. Grupsal çatışmaların bir çoğunda, değerlerle inançlarla çatışma değil, daha çok hakimiyet alanları ile ilgili bir çatışma yaşanır. Kendisi ile çatışma içinde olunan grubun bir çok değeri başka bir alanda rakip grubun üyelerince benimsenebilir, içselleştirilebilir. Bu durum Türkiye’de Cumhuriyet devrimini yapan aydınların davranışlarında görülebilir. Bilindiği gibi, Cumhuriyet aydınları kültürel olarak Batı medeniyetinin değerlerini benimsedikleri halde, grup olarak Batı emperyalizmine karşı savaştılar.

Batı ülkelerinde modernleşme sürecinde de benzer bir süreç yaşandı. Mesela kilisenin yani dini cemaatlerin modern Avrupa kültürlerinde, modernleşme süreci ile bağlantılı olarak, güçlerini ve etkinliklerini, gündelik yaşam alanında zaman içerisinde yitirdiklerini her kes bilir. Bu süreç sekülerleşme yani maddileşme veya dünyevileşme olarak tanımlanmaktadır. Batı’da gündelik yaşam alanında dini grupların etkinliklerini yitirmesi, din ve laiklik veya din ve bilim çatışması olarak ele alınmaktadır.  Konu hangi bağlamda ele alınırsa alınsın. Sonuçta Batı ülkelerinde kiliseye bağlı örgütlü Hıristiyan cemaatler gündelik yaşam alanında etkinliklerini zamanla yitirdiler. Modernizme karşı kendini savunamayan ve camaatini koruyamayan ve kiliseye bürokratik olarak bağlı olan kapalı küçük gruplar ortadoks Hıristiyan olarak varlıklarını sürdürebildiler. Halkın büyük çoğunluğu nostaljik olarak Hıristiyan kalabildi. Batı ülkelerinde ailenin dağılması, ateistlerin oranının artması, geylerin ve lezbiyenlerin kiliseye rağmen hukuki statü edinmesi, kürtajın yaygın olarak benimsenmesi ve kilise törenlerine katılma oranlarının düşmesi bu durumun canlı örnekleridir.

Benim asıl üstünde durmak istediğim Türkiye’de azınlık statüsünde bulunan gayrı Müslimlerin, yani Rumların, Ermenilerin, vb. diğer grupların durumudur. Yukarıda belirttiğim gibi Hıristiyanlık egemen güç olduğu Batı ülkelerinde grupsal varlığını tam olarak koruyamadı. Egemen güç olduğu ülkelerde grupsal varlığını koruyamayan Hıristiyanlığın Türkiye’de varlığını koruyamamış olması neden Türk ve Müslüman baskısıyla açıklanmaya çalışılmaktadır. Üstelik çok daha çelişik bir durumda var ortada. Çünkü Türkiye’de laik uygulamalarla birlikte dini bir gruba, dini manada baskı ve şiddet uygulamak zaten yasaklanmıştır. Müslümanlar laik uygulamalarla birlikte dini manada grupsal davranma imkanını zaten bulamadılar. Çünkü dini grupların oluşumu zaten yasaklanmıştı.

Türkiye’de Fransa’dakine benzer laiklik uygulamaları yasal olarak uygulamaya kondu. Hatta laiklik, Fransa uygulamasından daha da şiddetli bir şekilde yürürlüğe girdi. Bilindiği gibi, Türkiye laikliği azınlık statüsündeki Rumlara ve Ermenilere karşı kurumsallaşmadı. Bilakis bu doktriner laik uygulamalar, Müslümanların dini yaşam alanlarına yönelik olarak uygulamaya kondu. Çünkü, azınlıkların azınlık hakları hukuken uluslar arası anlaşmalara bağlı olarak güvence altındaydı.

Türkiye’de uygulamaya konan doktriner laik uygulamalara teorik düzeyde bakıldığında zamanla Müslümanlığın etkisini yitireceği ve varlıkları uluslar arası anlaşmalarla koruma altına alınan Rumların ve Ermenilerin varlıklarını güçlendirecekleri, devrimin yapıldığı yıllarda mantıksal olarak öngörülebilirdi. Ancak fiili duruma baktığımızda bu beklentinin tersi bir durumun yaşandığı görülmektedir. Yani doktriner laik uygulamaya rağmen sadece inanç temelinde de olsa Müslümanların oranı arttı. Buna karşın Hıristiyanların ve Yahudilerin oranı gittikçe azaldı. Türkiye’deki resmi uygulamalara ve şartlara bakıldığında ise yukarıda belirtildiği gibi, buna ters bir durumun ortaya çıkması bekleniyordu. Bu durumu nasıl izah edebiliriz? Konuyu Türkiye ve Müslüman baskısıyla izah etmek isteyenlere katılmak mümkün değildir. Çünkü Türkiye’nin yasaları ve Müslümanların yaşadığı süreç böyle bir baskıyı açıklamaya ve belgelemeye imkan vermiyor.

Türkiye’de Hıristiyan grupların erimesini ve Müslümanlığın gündelik yaşamda daha çok görünür duruma gelmesini İslam’ın ve Hıristiyanlığın temel inanç yapısına bağlı olarak ele almak gerekir. Bu şartlara bakıldığında şunu görüyoruz. İslam’da dini örgüte iman ve ona bağlı olarak davranmak dinin temel rükünlerinden olmadığı gibi,  dini örgüte yani ruhbanlara Allah adına itaat etmek zaten haramdır, yasaktır. İslam’a göre cemaat dışı alanda da bireysel olarak din yaşanabilir. İslam dinin bu özelliği laik şartlarda bir müslümanın birey olarak dini sorumluluklarını yerine getirebildiğini göstermektedir. Ancak Hıristiyanlık dinsel yaşantıyı kiliseye, cemaate, rahiplere ve dini örgüte bağlı olarak temellendirmiştir. Bireysel dini yaşantı ne Katolik, ne de diğer Hıristiyan inançlarda kabul gören bir yaşantı değildir.

Bilindiği gibi modernizmin ve laikliğin en önemli amaçlarından birisi insanları cemaatten kopartarak bireysel özgürlüğe kavuşturmaktır. Bu gerçekten mümkün müdür? Ayrıca tartışmak gerekir. Ancak konumuzla ilgili olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Türkiye’deki Hıristiyan azınlıkların varlıklarını güçlenerek muhafaza edememesi, modernizme bağlı olarak dünya genelinde yaşanan sürecin bir sonucudur. Çünkü kiliseye bağlı dini cemaat inancı, modern yaşam biçimiyle, bilim anlayışıyla ve gündelik yaşamla uyumlu değildir. Bundan dolayı bir zamanlar bütün milli varlıklarını Hıristiyanlığın temel inançlarına dayandıran batılı büyük ülkelerde bile Hıristiyan dini cemaatler varlıklarını koruyamadılar.