İçim sızlar okulların açıldığı eylül ayının ikinci haftasında. Ümitler beslenir, hayaller kurulur, yürekler erir bu dönemde. Tatlı bir heyecandır gözleri dolduran, bazen öfke. Göynümüşlükle tazelik, kırgınlıkla sevinç iç içedir. Çocuklar heyecanlı, veliler ümitlidir. Maddi sıkıntılarını aşanlar, daha rahattır. Bu heyecan atmosferinde dünün sorgulamasını, yarının planını yapmaya pek vaktimiz olmaz. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra.” kolaycılığıyla rüzgârın önünde kuru yaprak misali sürüklenmek daha hoştur, büyük projelerin mimarı olmaktan.
Sorumluluk sarmalı her yanımızı, titremeliyiz sinir uçlarımıza kadar. Neydik, ne olduk? Bulunduğumuz konumda yarınların sahibi bu çocuklarımızın yetişmesinde ne kadar görev üstlendik? Anne baba olabildik mi yeterince? Çocuklarımızı hangi ahlakla eğittik öğretmen olarak? Hizmet sınavını geçebildik mi yönetici sıfatıyla? Kişinin, yalnız kendisinden değil, etkisi alanını giren herkesten, gölgesinden bile sorumlu olacağı ahlakına kaçımız sahibiz? Evlatlarınızı nereden aldık, nereye getirdik? Bedenlerini giydirebildiğimiz, karınlarını doyurabildiğimiz kadar ruhlarını zenginleştirip kafalarını meşgul edebildik mi?
Turgut Özal’ın Başbakan, Vehbi Dinçerler’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde Türkiye’ye Japonya’dan bir eğitim heyeti gelir. Bu heyet, Türkiye’de incelemeler yapacak, çeşitli temaslarda bulunacak ve neticeyi yetkililere aktaracaktır. Japon heyeti, yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yapar. Sonra Bakanlık’ta toplanırlar. Heyetin tespiti ilginçtir: “Sizin çocuklarınızda milli şuur yok.” Bizimkiler şaşırır, “Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır.” derler, fakat yine de fazla ses çıkarmazlar. Ne de olsa Japon heyeti misafirdir. Bizimkiler sorar: “Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır? Nelerin yapılması gerekir, bunun için?” Japon uzmanlar anlatmaya başlar: “Çocuklarımız daha ilk mektebe başlamadan biz onlara ‘şok testler’ uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü neticesini görerek şok olur. Bu şoktan sonra onları Hiroşima’ya ve atom bombasından ölmüş insanların kemiklerinin, fanus içinde yanık tenlerinin bulunduğu müzelere götürürüz. Bölgeyi, cesetleri aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge ve iskeletler hakkında bilgilendirir; hiçbir bitkinin yeşermediğini, insanların lime lime parçalandığını gösteririz. Ve deriz ki, “Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz, vatanınız işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlının yaşamayacağı biçimde size bırakıp giderler. Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş.” Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Türkiye’de birçok teknik elemanımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz. Bizimkiler: “Peki Türkiye için tespitiniz var mı? Gözlemleriniz nedir?” diye sorar. Japonlar: “Elbette var.” derler. “Bizimkinden çok daha önemli. Bir tanesi Çanakkale Savaşları’nın olduğu bölge. Bu bölge, gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altı bin merminin düştüğü savaşta, Türkler her şeye rağmen galip çıkıyorlar, imkânsızı mümkün hâle getiriyorlar. En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın her zaman galip geleceğini ispat ediyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, müttefik güçler; sizin tabirinizle yetmiş iki millet var.” Görüldüğü üzere Japonlar yaşadıkları acı tecrübeden ibret almayı başarmışlar, Hiroşima’da insafsızca öldürülen atalarının acısını yüreklerinde hissetmişler, düşmanlarını iyi tanımışlardır. Peki ya biz? Biz tarihimizi ya övgü ya sövgü amacıyla kullanıyoruz. Tarih aynasından kaçıyoruz.
Milli bilinç, eğitimin amaçlarından yalnız biridir. Özgüven, erdem, doğruluk, büyüklere saygı küçüklere sevgi, paylaşma, kanaatkârlık, tevazu, çalışkanlık… bireye kazandırılması gereken niteliklerdir. Eğitim, bu bakımdan bir süreçtir, beşikten mezara. İçinde padişahın ve çok sayıda yolcunun bulunduğu gemi denizde yol almaktadır. Yolculardan biri seyahat esnasında sürekli titremekte, korku çığlıkları atmaktadır. Padişah öfkelenir, adamın susturulmasını ister. Uğraşlar sonuç vermez. Gemideki bir bilgeden yardım istenir. Bilge, panik halindeki yolcunun denize atılmasını söyler. Atılır, yolcu feryat figan bağırır, bir süre sonra yolcu denizden çıkarılır, gemiye alınır. Yolcunun bağırması bitmiştir. Padişah bilgeye bunu nasıl başardığını sorar. “O, önceden emniyet içinde olduğu halde bunun kıymetini bilmiyordu, denize atılınca anladı, insanlar ancak yoklukta anlarlar bazı şeylerin kıymetini.” der bilge kişi. Eğitim politikalarını belirlerken yukarıdaki bilgenin eğitim anlayışının da bir değer olduğunu göz önünde bulundurmalıyız.
Karanlıklara küfreden değil, karanlıkları aydınlatmak için bir mum yakan, yüksek ruhlu nesiller yetiştirmek, eğitimin hedefi olmalı. Hayallerimizi bu ölçüye uygun kurmalı, geçmişimizi aynı standart doğrultusunda sorgulamalıyız.
Ben henüz gölgemi bile eğitemedim. Siz ne durumdasınız?