17 Ağustos’u Hatırlamak

130

 


“Unutulmadı ki”
Eminim her okuyan aynı kelimeyi mırıldanacaktır.
Tabiiki unutulmamalı, unutturulmamalı…


Sırlarla dolu bir depremdi Gölcük depremi.
Depremin şiddeti sır, büyüklüğü sır, ölü sayısı sır, İlahi felaket mi, yapay deprem mi? O da sır.
Öyle ya, depremlerde toz oluşurken, duman oluşurken, bu depremde ateş topu oluşuyor.
Bu meyanda Sayın Aydoğan VATANDAŞ’ın iddialarını ve Tesla teorisini ciddiye almak gerekir.
Bu iddiaları araştırmak bize düşmez şüphesiz.
Peki bize ne düşer?
Deprem anında Kocaeli’de olmasam da, sonrasında ve enkazlar yerde iken 3-4 defa uğrayıp, harabeler arasında dolaşırken yaşadığım duyguları kağıda dökerek yaşananları unutturmamak adına bir şeyler yapmak; İşte o an için bana düşen o idi diye düşündüm.
İşte o günlerde, ÖLÜMÜN ÖTESİ başlığı altında yazdığımı dikkatlerinize arz ediyorum.


 


ÖLÜMÜN ÖTESİ


On yedi Ağustos sabahıydı, neler oldu neler,
Ya dul kaldı, ya öksüz bıraktı bazı anneler.
Denizden yükselen ışık, Gölcük’ü aydınlattı,
O aydınlık, yanan nice ocakları kararttı.


Çok depremler olmuştu da, böylesi görülmedi,
Gürleme gökte olur, bu defa yer gürledi.
Neden başımıza geldi bu felaket acaba?
Gemiler karaya vurdu, deniz dibinde araba.


Kimi hayatın cilvesi dedi, kimi feleğin çarkı,
Seldir, depremdir, yangındır; var mıdır farkı?
Birisi boğar, birisi yıkar, öteki yakar,
Ne gençliğe, ne güzelliğe, ne de varlığa bakar.


Uyku her gün sabaha kadar sürmüyormuş,
Demek bazen de üçü iki geçe sona eriyormuş.
Hayat da öyle; ölmek için yaşlanma beklenmez,
Vade ne ise o’dur, bir saniye bile eklenmez.


Bazılarının ömrü bitti, bazılarının sefası,
Kimi yeni sayfa açacak, kiminin bitti sayfası.
Hayat bu, her zaman düşünülen olmuyor,
Deprem bu, herşey yerli yerinde durmuyor.


Bir yanda ağlama sesi, bir yanda çığlık,
Bir yanda morglar taşmış, mazide sağlık.
İnlemek mi, ağlamak mı, anne, kardeş ve evlat,
Sığınmak ancak Allah’a dır, imdat Hu imdat!


Hayatla ölüm arasındaki mesafe nedir?
Tabii felaket mi? Onlar birer bahanedir.
Felaket bu, zaman tanımaz, gelir de geçer,
O an kim kalacak, kim gidecek, Azrail seçer.


Ufukla dağ arası bir adımlık yol gibi,
Yukarı neresi, aşağı nerede, var mıdır dibi?
Yaklaştıkça aradaki mesafe büyür,
İstikamet ne tarafa, kim nereye yürür?


Burası ev idi, şurası okul, orası Cami,
Ana Ayşe, baba Mustafa, arkadaş; Metin, Erol, Sami…
Daha kırk beş saniye önceydi, yaşıyorlardı,
Hepsi tatlı mı tatlı birer, can taşıyorlardı.


Şu yırtık kumaş parçası, bir annenin mantosuydu,
Annenin ölüm sebebi; patronun ucuz çimentosuydu.
Körpe canlar dayanamadı yıkılan duvarlara,
Kurban edildiler, malzemeden çalınan paralara.


Bu binalar ne idi, şimdi ne oldu?
Odalar, mutfaklar cesetle doldu.
Bir kat alçak imiş, beş kat çok yüksek,
Gidene mi üzülsek, kala mı sevinsek?


Öteye nasıl gidilecek, önceden bilinmiyor,
Vakit dolmayınca, istense ölünmüyor.
Bugün sağız da, ya bugünün ertesi?
Hedef nerede, nedir ölümün ötesi?


Ölümün neresidir, önü mü, arkası mı yaşamak?
Önünde mi, ötesinde mi en büyük basamak?
Ölümden ötesi, en büyük basamaktır,
Ölümden ötesi, en gerçek yaşamaktır.