Şiir hakkında çok şey söylenmiştir. Şiir okuduğumda bazen hafiflediğimi, bazen ezildiğimi hissediyorum. Şair o anlam yoğunluğunu dizelere nasıl sığdırabilmiş, diye düşünüyorum. Bugün Tanpınar’ın “Ne İçindeyim Zamanın” adlı şiirini okudum, bir değil, birkaç kez okudum. Bir münasebetsizlik yaparak dörtlükleri birlikte yorumlayalım:
“Ne içindeyim zamanın, / Ne de büsbütün dışında; / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında.” “N” ve “ş” ünsüzlerinin tekrarı, dörtlüğe bir ahenk sağlıyor. Şaire göre zaman, dün, bugün, yarın diye parçalanamaz, yekparedir. Haklıdır şair; çünkü bu kavramlar, izafiyet taşıyan zaman isimleridir. Bugün, az sonra dün olacaktır, yarının az sonra bugün olması gibi. Biz bu süreçte ne yarında ne bugünde ne de dündeyiz. Önemli olan, zamanın dışına çıkıp zamana egemen olabilmektir. Yarının sahibi olan, hem bugünün hem dünün sahibidir. Şair, ne içindeyim ne dışındayım zamanın derken, kendisini bizzat merkeze oturtuyor. Zamanın merkezinde insan vardır, her şey insan merkezlidir, insanla anlam kazanır.
Tanpınar’ın aynı şiirinin ikinci dörtlüğünü okuyalım: “Bir garip rüya rengiyle / Uyuşmuş gibi her şekil / Rüzgârda uçan tüy bile / Benim kadar hafif değil.” Şairin bu dörtlüğü, yaptığı teşbih yönüyle Servet-i Fünuncuları hatırlatıyor. Hayat, bir rüyadır. Şekil denen kabuller, birer varsayımdır. Eşyanın formatı, zamanın, mekânın, metanın uyuşmasından başka bir şey değildir. Biz, saat ile zamanın, eşya ile mekânın esiri olmuşuz. Bu esaret zincirini de kendimize biz vurmuşuz. Hem zaman hem formatlanmış eşya, bir rüyanın gerçekliği kadar gerçek. Ancak bunu insanlar, rüzgârın önündeki tüyün hafifliğinden öte bir hafiflik içinde olabilirler. Bu, zamandan ve mekândan münezzeh bir özgürlüktür. Bunun bir adım ötesi, belki de ilahi hürriyettir.
Üçüncü dörtlükte “Başım sükûtu öğüten / Uçsuz, bucaksız değirmen; / İçim muradına ermiş / Abasız, postsuz bir derviş;” diyen şair, “baş” ve “iç” sözcükleriyle “akıl” ve “gönül” arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor. Zaman, onun içinde eriyip gitmiştir. O, kendini zamanın dışına atmıştır. Kendini, Budistlerin Nirvana dedikleri zaman ötesindeki boşluğa atarak saadete ermiştir. Bu dünyanın öznesi gönüldür. Akıl, ancak zaman ötesini keşfetme görevini ifa ederek işlevini yerine getirmiş olur. Akıl, gönlün vasıtasıdır. Gönlün zengin dünyasına, akıl binitinden inildikten sonra ulaşılabilinir.
“Kökü bende bir sarmaşık / Olmuş dünya sezmekteyim, / Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim.” dizeleriyle şiirini bitiriyor sair. Bu dizeler, bir bakıma şairin dünya görüşünü, dünyayı algılayış tarzını anlatıyor bize. Dünyanın kökü insandır. Dünyanın zenginliği de yoksulluğu da sevgisi de nefreti de … hep insandır. Dünyaya izafe edilen güzelliğin, çirkinliğin isim babası; yaşanan zorlukların, kolaylıkların müsebbibi; doğrulukların, yanlışlıkların mimarı biziz. İçimizdeki dünya, şaire göre, sıradan bir kök değil; bir sarmaşık. Mümkün değil onu içimizden atmak, dünya her şeyi ile içimizdeki yedi başlı canavar. Bu niteliklere sahip bir dünyadan kendini azade kılamayan şair, ulaştığı iç dünyasının mavi ışıklarında yüzmektedir ya da bunun özlemin duymaktadır.
Şiirin bütününde ses ve mana ahengini çok güzel kompoze eden şairin bu şiiri, birkaç kez okunmaya değer. Şiir, her okunuşunda kişiyi ayrı bir mana dünyasına götürüyor. Yaz mevsiminde şiir iklimini teneffüs ederek, zamanınızı bereketlendirmek hem görevimiz hem ayrıcalığımız olmalı. Şimdi şiiri bir daha okuyalım. Sonra başka şiir…