Filistin cephesinden Anadolu’ya gelmiş olan Mustafa Kemal Paşa altı ay boyunca arkadaşları ile İstanbul’da toplantılar yapmış vatanın kurtarılması için planlar hazırlamıştır. “Atatürk 13 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’a kadar 6 ay işgal İstanbul’unda kaldı. Anadolu’daki millî direnişin ön hazırlığını İstanbul’da yaptı. Atatürk’ün Adana’dan bindiği tren 13 Kasım 1918 Çarşamba günü saat 12.45’te İstanbul Haydarpaşa’ya vardı. Atatürk Haydarpaşa’dan trenden inerken 61 parçalık İtilaf donanması İstanbul’u işgal ediyordu. Kaderin garip cilvesine bakın ki işgalciler ve o işgalcileri kovacak olan adam Atatürk aynı gün aynı saatlerde İstanbul’a gelmişti[1]”.
Atatürk, 13 Kasım 1918 Çarşamba günü öğleden sonra saat 3’e, doğru eski küçük Kartal İstimbotu’yla boğazdan karşıya geçti. İngiliz, Fransız bayraklarının dalgalandığı bir çelik ormanını andıran işgal donanmasının arasından geçerken Kartal’ın güvertesinden ufka doğru bakıp “Geldikleri gibi giderler” dedi. Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer, o anı sonradan şöyle anlatacaktı: “Atatürk ile ben askeri ulaşımın bir köhne motoru ile deniz ortasına yaslanan bir çelik ormanının içinden geçiyorduk. Atatürk’ün zarif dudaklarından “Geldikleri gibi giderler” cümlesini işittiğim zaman, Mütarekenin doğurduğu derin ve elemli ümitsizliği derhal unutmuştum. Cevabımda aceleci davrandım: “Size nasip olacak, siz bunları kovacaksınız Paşam” dedim. Gülümsedi. Aziz başının içinde şekillenmeye başlayan vatanı kurtarma planlarını yeniden düşünüyor gibi daldı. Sonra “Bakalım!” dedi.” Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi, “Bir gün geldi, bütün gemiler geldikleri gibi gittiler. Hem de onun gönderdiği askerleri selamlayarak …[2]”
Bir taktik adamı olan Mustafa Kemal İstanbul’da zamanın ve koşulların olgunlaşmasını beklemiş, gerekli hazırlıklardan sonra arkadaşlarını Anadolu’ya geçirmişti. Nihayet kendisi de Anadolu içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek amacıyla, Anadolu’ya geçme yollarını aramaya başlamıştı[3].
Anadolu’ya Geçiş Kararının Matematiği
Atatürk, 6 ay işgal İstanbul’unda kalmasının nedenini 1926’da Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatıyor: “Ağır ve kesin karar uygulanmaya başlandıktan sonra, “keşke şu tarafını da bu tarafını da düşünseydim, belki bir çıkar yol bulurduk. Yeniden bunca kan dökmeye bunca can yakmaya ihtiyaç kalmazdı” gibi tereddütlere yer kalmamalıdır. “Bundan başka, beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim Mütareke sırasında dört-beş (altı) ay İstanbul’da kalışım sırf bunun içindir.” Atatürk sonra şöyle devam ediyor: “Bu sürenin bir kısmını hazırlıklara ayırdım. Düşünce hazırlığı seferberlikle, davul zurna çalınarak asker toplamak gibi olmaz. Alçakgönüllülükle çalışmak, kendini silmek, karşısındakilere içten bir kanı vermek şarttır.” İşte bu nedenle Atatürk 6 ay İstanbul’da kaldı. Her yolu denedi. Her kapıyı çaldı. Sonunda İstanbul’dan vatan kurtarmanın mümkün olmadığını görerek Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Kim ne derse desin! Atatürk bir Kurtuluş Savaşı Ustasıydı[4].
22 Nisan 1921’de Hakimiyeti Milliye’ye verdiği röportajda o 6 ayda “padişahından en son neferine kadar” İstanbul’daki insanların, zümrelerin, partilerin, cemiyetlerin “esaret zincirlerine vurulmuş olduklarının farkına varmadan” şaşkınlık ve tevekkül içinde kaldıklarını, çözüm arayanların ise “İstanbul surlarının” dışına çıkamadıklarını söylüyor. Atatürk işte o ortamda “esaret zincirlerini” kırıp “İstanbul surlarının” dışına çıkmaya, Anadolu’ya geçmeye karar veriyor. Kurtuluş Savaşı bu önemli kararla başladı. Atatürk’ün “İstanbul surlarının dışına çıkmak” diye formüle ettiği şey, sadece İstanbul’un dışına çıkmak değildi; mevcut düzenin, mevcut siyasi yapının, mevcut düşünce kalıplarının da dışına çıkmaktı. Atatürk, Anadolu’ya geçerken yeni bir düzen, yeni bir siyasi yapı ve yeni bir düşünceyle hareket etti. “Tam Bağımsızlık”, “Müdafaa-i Hukuk” ve “Millî İrade” kavramları, bu yeni yaklaşımın temel kavramlarıydı. İstanbul’dan Anadolu’ya geçen Atatürk bu yeni yaklaşımla sadece 4 yılda, adeta ateşin içinden bağımsız bir vatan ve laik bir Cumhuriyet çıkarmayı başardı. Atatürk İstanbul’da temaslarına devam ettikçe, kendi deyişiyle, “saf vatanseverleri” ve “adi politikacıları” gördü[5].
Geniş yetkilerle Anadolu’ya geçme fırsatı 21 Nisan 1919 günü İngiliz işgal komiseri amiral Somerset Arthur Gough-Calthorpe’un hükümete verdiği nota ile çıktı. Karadeniz bölgesinde, Samsun, Vezirköprü, Merzifon ve dolaylarında Rum Pontus çetelerinin İslam ahaliye saldırıları daha da artmış, fakat itilaf Devletleri durumu tam tersinden almışlar ve bölgede meydana gelen olayların sebebi olarak Türklerin, Hıristiyanlara karşı saldırılarını göstermişlerdi. Oysa Rumlar Pontus Cumhuriyeti’ni kurmaya kararlıydılar. Bölgede nüfus çoğunluğunu sağlayabilmek için Rusya’dan ve başka bölgelerden göçmen getirmeye başlamışlar, bir yandan da yerli Rumları silahlandırarak Türk köylerine saldırtmışlardı. İngilizler, bölgedeki etnik çatışmaların durdurulmasını, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde bir dizi şuralar kurulduğunu ve bunların hemen önlenmesini istemiş, aksi halde kendilerinin bölgeye müdahale edeceklerini bildirmişlerdi. Bunun üzerine hükümet Samsun yöresinde durumu yerinde inceleyip gereken önlemleri almak ihtiyacını duymuş ve bölgeye güvenilir birisinin gönderilmesi için harekete geçmiştir. Damat Ferit Paşa kabinesi o bölgeye değerli fakat kendi isteklerine göre davranacak bir komutanın gönderilmesini düşünüyordu. O günkü bazı politika adamları da her ne surette olursa olsun Mustafa Kemal’in İstanbul’dan uzaklaştırılmasında kendi hesaplarına fayda umuyorlardı. Padişah ve hükümet dürüst, güvenilir ve ittihatçılarla arası açık olduğu bilinen Mustafa Kemal Paşayı 30 Nisan 1919’da 9. Ordu müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeye karar verdi. Mustafa Kemal Paşa’ya bu görevi sırasında sivil ve askeri makamlara emretme yetkisi de verildi[6]. Tayinden bir kaç gün sonra da, geniş yetkileri ihtiva eden yönetmelik çıkarıldı. 6 Mayıs’ta imzalanmış olan bu yönetmeliğe göre, Mustafa Kemal Paşa’nın komutanlığına getirildiği ordunun bölgesi Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilayetleriyle, Erzincan ve Canik müstakil livalarını içine alıyordu. Bu bölgede hem askeri, hem de mülki işlerin idaresiyle görevli ve yetkili olacaktı. Ayrıca bölge etrafındaki vilâyetlerle bağımsız livalar ve buralardaki kolordu komutanlıkları da Mustafa Kemal Paşa’nın, görevle ilgili bildirilerine uyacaklardı. Bölgedeki asayişsizlik önlenecek, sebepleri meydana çıkarılacak, silahlar toplattırılıp uygun yerlerde muhafaza altına alınacak, bazı yerlerde mevcut olup da ordu ile ilişkiler kurduğu ve gizlice ordu tarafından himaye edildiği iddia edilen bölgesel kuruluşların kapatılması sağlanacaktı. Böylece, Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’nun her tarafına, İstanbul Hükümeti’nin dikkatini çekmeksizin, emir vermek imkânını kazanıyordu[7].
Sonrasını Atatürk’ten dinleyelim:
“Kendi kendime şu kararı verdim: Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine gitmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek.” Atatürk bu kararını önce yaveri Cevat Abbas Bey’le görüştü, sonra da güvendiği silah arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy’a, İsmet İnönü’ye ve Rauf Orbay’a açıkladı. Yenibahçeli Şükrü Bey’le de konuştu. Sonunda Gebze-Kocaeli üzerinden Anadolu’ya gizli geçiş planı hazırlandı. Ancak daha sonra Atatürk’ün 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya gönderilmesi gündeme gelince bu plandan vazgeçildi. Eğer saray hükümeti Atatürk’ü resmi bir görevle Anadolu’ya göndermemiş olsa, Atatürk kendi planıyla Anadolu’ya geçecekti[8]. 14 Mayıs’ta Sadrazam’la yaptığı görüşmede her zaman yolculuğa çıkabileceğini söylemiş olan Mustafa Kemal Paşa, kendisi için hazırlanmış bulunan Bandırma vapuru ile 16 Mayıs’ta yola çıkacaktı[9].
İzmir’in Yunanlılarca İşgali
O günlerde Yunanlılar İzmir’i işgale hazırlanıyordu. Çünkü I. Dünya Savaşı henüz devam ederken İzmir ve yöresi savaşa katılması karşılığında Yunanistan’a vaat edilmişti. Mondros Mütarekesi imzalanır imzalanmaz Yunan başbakanı Venizelos 2 Kasım 1918’de Anadolu’nun Batı kısmını Makri’den Erdek’e kadar Yunanistan’a terkini istedi. İtalyanlar da aynı bölgeye talip olduğu için İzmir’e müttefiklerin çıkacağı sanılıyordu. Oysa durum hiç de sanıldığı gibi olmadı. Yunanlılar bütün bu beklentilere rağmen askerlerini 15 Mayıs 1919 sabah 8.00’de İzmir’e çıkarmaya başlamışlardı. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe Yunan işgal Kuvvetleri Komutanı Albay Zafirio ve Yunan deniz subayı Mavtoudis’i itidal ve ölçülü davranmaya davet ettiği halde Metropolit Hrisostomos’un askerleri takdis etmesi onların taşkınlıklarına neden oldu. Yol kenarlarına yığılmış bulunan Rum kalabalığı Türkleri tahrik eder davranışlara giriştiler. Sonuçta Hukuku Beşer gazetesinin yanı Yazı İşleri Müdürü Osman Nevres’in (takma adı Hasan Tahsin Recep) Yunan Efsun alayının önünde yürüyen bayraktarı vurması görülmemiş zalimane bir mücadelenin başlangıcı oldu. Sırf başlarından feslerini çıkarmadıkları için veya “Zito (yaşa) Venizelos” demedikleri için pek çok Türk öldürüldü. Yağma ve insan kırımı ertesi gün de devam etti. Kışlalarında öldürülen askerler hariç sadece 2 gün içinde 2000’den fazla sivil katledilmişti. Telgraf yasağına rağmen haber bütün Türkiye’ye bir şimşek hızıyla yayılmıştı. İstanbul’da halk sansür nedeniyle olaydan tam haberdar değildi o nedenle nispeten bir sükûnet vardı[10]. Damat Ferit ise tam bir şaşkınlık içindeydi ve 15 Mayıs 1919’da İngiliz kraliyet donanmasından Amiral Richard Webb’e şu notayı verdi:
Belge 13
“Yunan kıtaları İzmir istihkâmlarını işgal edecekleri yerde İzmir Valisi’nin ( … ) müteaddit telgraflarına göre İzmir şehrine girmiş bulunmaktadır. Osmanlı Hükümeti İtilaf ordularının bir işgali için Paris Konferansı’nın kararına muhalefette bulunmayacaktır, ama bir Helen işgaline asla razı olamayacaktır. ( … ) Osmanlı milleti, vaktiyle eski hemşerilerine göstermiş oldukları alicenapça hareketlere aynı duygularla mukabele görmemelerinden dolayı ümitsizliğe doğru itilmektedir. Binaenaleyh ne Osmanlı Hükümeti ne de Osmanlı milleti, İmparatorluğun bu önemli şehirlerinden birinin işgalinin kesin bir mahiyet almasını [kabullenebilir] ( … )[11]”.
Öte yandan hükümet, Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey vasıtasıyla bütün vilayetlere birer telgraf göndererek halkı sükûnete davet ediyordu. İşte, 15 Mayıs Perşembe günü hükümet, İzmir’in işgal haberini almış, bunun paniğini yaşarken Mustafa Kemal Paşa da Babıali’de veda ziyaretlerinde bulunmaktaydı. Şu anda İzmir’de yaşanan oyun, aynı planın diğer bir parçası olarak İtilaf Devletleri tarafından Samsun’da sahneye konulmak isteniyordu ve bunun er geç böyle olacağını Mustafa Kemal Paşa daha Mondros’un imzalandığı ilk gün söylemişti. Ve ertesi gün yani 16 Mayıs 1919 Cuma günü, yüreğinde İzmir’in acısını yoğunlaştırarak Samsun’a doğru yola çıkıyordu; oynanmak istenen oyunu bozmak için… Mustafa Kemal Paşa, İzmir’in Yunanlar tarafından işgal edildiği haberinin İstanbul’da duyulduğu gün, Babıali’de veda ziyaretlerinde bulunmaktadır. Nazırların çoğunu yerlerinde bulamaz, çünkü kabine toplantı halindedir. Hükümet, işgali protesto eden bir notayı Amiral Calthorpe’a vermiştir, toplantı sürmektedir. Herkes tam bir şaşkınlık içindedir[12]. Mustafa Kemal Paşa, içi hüzünle dolu olarak Babıali’den ayrılır ve Sultan Vahdettin’e vedaya gider. İzmir’e Yunan tümeninin çıkarılmış olduğu kuşkusuz Sarayda da bilinmektedir ve Vahdettin Mustafa Kemal Paşa’yı işte bu ruh hali içinde kabul eder ve görüşme sırasında Vahdettin, bir ara masanın üzerindeki kitabın üstüne elini koyarak, “( … ) Bugüne kadar yaptıkların bu kitaba girdi Paşa ( … ) Asıl bundan sonra yapacakların çok daha önemlidir. Devleti kurtarabilirsin Paşa, devleti kurtarabilirsin ( … )” sözünü işte bu ortamda söyler[13]. Atatürk, Vahdettin’in bu sözlerini doyunca neler düşünmektedir: “Vahdettin demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer, onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğruluğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Veliahttın arzularını, Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacağım[14].”
O güne kadar, yani 15 Mayıs 1919 tarihine kadar Vahdettin İngilizlere yaklaşmak için her türlü çareye başvurmuş, her tavizi vermiş, en son 30 Mart’ta sömürge yönetimlerinde bile olmayan fedakârlıklarda bulunarak adeta İngilizlere yalvarmış ama her teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmış ve işte en son yanıt, üstelik en çok korkulan bir akıbetle yani Yunanların İzmir’e çıkartılması şeklinde kendisine verilmiş bulunmaktadır. İstanbul’dan sonra İzmir de işgal edilmiştir; sıra Samsun’a gelmiştir. Bu İngiliz oyununa gelinirse, en kısa sürede İngilizlerin Samsun’a, Yunan ordusunun da eski Rum Pontus Devleti’ni yeniden ihya etmek üzere Trabzon’a çıkması işten bile değildir. İşte buna engel olmak şarttır. Aksi halde devlet tümüyle elden çıkmış olacaktır. Vahdettin’in de Mustafa Kemal Paşa’ya söylediği budur. .. Ve de sadece budur… Vahdettin’in bir kurtuluş savaşı başlatmak gibi bir düşüncesi, hatta hayali bile yoktur[15].
Rum Pontus Devleti Hazırlıkları
27 Nisan’da, Trabzon’a bir Yunan savaş gemisi gelmişti. Gemiden karaya çıkan bir heyet, Trabzon’a gelecek Rum göçmenlerini yerleştirmek için gerekli hazırlıklara başladı. Bir kısım Yunan askerleri de şehre çıkmışlardı. Bunlardan birkaçı, bir nöbet yerindeki Türk askerinin silahını elinden almak isteyince, silahını, namusunu ve nöbet yerini korumak zorunda kalan Türk nöbetçisi silahını ateşledi ve bir Yunan askerini öldürdü. Olay, Trabzon’daki yabancılar arasında büyük tepki yarattı. İngiliz ve Fransız temsilcileri derhal Kâzım Karabekir Paşa’ya giderek katil askerin cezalandırılmasını istediler. Kâzım Karabekir Paşa, olayın bir görevin yerine getirilmesinden ve korunma zorunluğundan ileri geldiğini, Türk erinin “meşru müdafaada” bulunduğunu, bu sebeplerle ceza verilmesine imkân olamayacağını anlattı, tepkinin yatışıp olayın kapanmasını sağladı. Yunan savaş gemisi de limandan ayrılıp gitti. Fakat ertesi gün Trabzon limanına gelen bir yolcu gemisinden şehre, dört yüz Rum göçmeni çıktı. Güya bunlar, vaktiyle Trabzon’dan Sohum’a giden, şimdi de Bolşeviklerden kaçarak geri dönen Trabzonlu Rumlarmış. Oysaki bu şekilde Karadeniz kıyılarına getirilen Rumlar bir göçmen gibi sığınıp oturmuyor, bölgedeki Rum çetelerine katılarak Pontus Devleti hülyalılarına yardımcı oluyorlardı. Ne var ki, millî uyanıklığın canlı örneği olan Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti bütün tedbirleriyle durumu izlemekte, bölgedeki Kuva-yı Milliye birlikleriyle temasını aksatmamaktaydı ve ordu birlikleri ile işbirliği hâlinde idi. Ayrıca, devam etmekte olan Paris Barış Konferansı’nda bölge haklarının anlatılıp korunmasına çalışılması için, cemiyetin halktan topladığı otuz bin lira kadar para ile cemiyet üyelerinden kurulu bir heyet İstanbul’a gönderildi. 30 Nisan’da da Kâzım Karabekir Paşa, Erzurum’a gitmek üzere Trabzon’dan ayrıldı, 3 Mayıs’ta Erzurum’a vardı[16]. İlerleyen günlerde Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti ve Giresun Şubesi Rumların Pontus hayallerini yerle bir edecektir. Örneğin Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a geçmeden önce Topal Osman Ağa Giresun Belediye Reisiydi. Yalnız bu görevi bileğinin gücüyle ele geçirmişti. Mütarekeyle birlikte taşra denen Anadolu şehirlerinde İstanbul Hükümetinin otoritesi kalmamıştı. Bu yüzden buralarda her iş eskisi gibi kanun çerçevesinde olmuyordu. Topal Osman Ağa, şehrin Türk halkınca çok sevilen ve kendisine umut bağlanan bir yerli kahramandı. Bu yüzden, pek azgınlaşan Pontus Rum eşkıya ve iştahlarına karşı mücadele ediyordu[17]. Trabzon metropoliti Hırisantos, durmadan Topal Osman’ın yakalanıp asılması için İngilizlere, Amerikalılara, Fransızlara ve Damat Ferit’e mektuplar yağdırıyordu. Topal Osman’dan, savaş içinde yapılmış olan zoraki Ermeni göçü ve bu arada kıyılan canların hesabını vermek üzere canı isteniyordu. Topal Osman hep cephelerde, milislerinin başında uğraşmakta, koltuk değneğiyle yiğitçe savaşmaktaydı. Yerli Rumlar Pontus davasını yürütürken Topal Osman’ın başlarında nasıl ekşiyeceğini yakından biliyordu. O, ilk delikanlılık çağından beri Rumlarla dövüşüp durmakta ve gözünü daldan budaktan sakınmaz çok tehlikeli bir adam olarak tanınmaktaydı[18]. Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktıktan sonra Havza’ya geçtiğinde Topal Osman Ağa’yı Havza’ya çağırıp ve onunla görüşecekti: Mustafa Kemal Paşa “Hoş geldin Osman Bey, dedi. Buyur, otur. Samsun’da seni anlata anlata bitiremediler”. Onu elinden tutarak yanındaki bir sandalyeye çökertti. Topal Osman’ın adamlarının da ellerini sıkarak hepsine “hoş geldiniz” dedi. Sonra çete reisinin yanına oturdu. Çeteci delikanlıları göstererek: “- Ordularımızı dağıttılar”, dedi. “Kumandanları askersiz bıraktılar. İşte, bundan sonra bizim askerlerimiz bunlar olacak! Sigara içer misin, Osman Bey?” Topal Osman, Giresun’da Rumların çok eskiden beri süre gelen düşmanca çalışmaları üzerinde uzun uzadıya bilgi verdikten sonra bırakışmadan sonra devlet içinde devlet olduklarını anlattı. Köyleri nasıl yaktıklarını, Türk ve Müslümanları nasıl öldürdüklerini, İstanbul Hükümetiyle onun jandarmasının ve İngilizlerin onları nasıl koruduklarını sayıp döktü[19]. Mustafa Kemal Paşa “Görüyorum ki vatanperver duygular taşımaya gençliğinde başlamışsın. Senin bugünkü yolun da o günkü açtığın çığırdan geçmektedir. Memleket kurtuluncaya, içinde bir tek iç ve dış düşman kalmayıncaya kadar çarpışmak zorundayız. Sen bu Karadeniz köy ve şehirlerini koruyacaksın. Çeteni, derme çatma bir kuvvet olmaktan çıkaracaksın. Bir alay teşkil edeceksin. Sen bu alayın kumandanı olacaksın. Sana genç ve atak subaylar da vereceğiz. Pontusçular hangi usulleri kullanıyorsa siz de o usulleri çekinmeden kullanın. Vatan kurtarmakta bu son şansımızdır. Bu mücadeleyi kaybedecek olursak tarihten silinmemiz tehlikesi bile vardır. Pontus belasının temizlenmesini tamamıyla senin tecrübeli ellerine bırakıyorum Osman Bey[20]. Topal Osman, ertesi sabah, Havza’dan ayrılıp Samsun’a doğru bir yaylının içinde sallanarak giderken Balkan Savaşı’ndan da Seferberlikten de büyük ve Türkler için kutsal savaş günlerinin kapıda olduğunu duyuyor, ruhunun derinliklerinde tükenen güçleri her an tazeleyen gizli bir Kevser kaynıyor gibiydi. Memleket şu sırada ona eski savaşlarda olduğundan çok daha derinden muhtaçtı. Evet, Seferberlikte salt Almanların davası uğruna savaşmıştık. Şimdi, yalnız ve yalnız Türkiye ve Türk varlığı ve bağımsızlığı için savaşılacaktı[21].
Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a yola çıkıyor
Osmanlı yönetiminin Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği görev -mütarekeye uygun olarak-Anadolu’da dağıtılmamış orduları dağıtmak, halkın elindeki silahları toplamak ve işgale karşı başlayan ilk direnişleri sonlandırmaktı. Osmanlı yönetimi, İngilizleri memnun edip, onların desteğiyle sarayı/sultanı kurtarmanın mümkün olabileceğini sanıyordu. Atatürk ise, onu Anadolu’ya gönderenlerin tam aksine, sarayı/sultanı değil, “vatanı” kurtarmayı düşünüyordu. O, emperyalizmin merhametine sığınarak vatan kurtarmanın mümkün olmayacağını biliyordu. Anadolu’ya geçerek antiemperyalist bir “milli direniş” başlatmayı planlıyordu. Atatürk, İstanbul’dan ayrılmadan önceki o son geceyi, evde annesi ve kız kardeşiyle birlikte geçirecekti[22]:
Annesi ile kız kardeşi Makbule o gün Mustafa Kemal’e meraklı gözlerle bakıyorlardı. Annesiyle kız kardeşini daha çok merakta bırakmak istemeyen Mustafa Kemal sözlerine şöyle başladı: “Anneciğim” dedi. “Ben yarın gidiyorum. Buraların da Selanik gibi olma ihtimali var. Elimden ne gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Bana hakkını helal et. Sen de bunları iyi dinle Makbuş (Makbule), işler fenaya dönerse sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarf edersiniz, paranız biterse, halılarınızı, kıymetli eşyalarınızı satarsınız. Bir kere daha söylüyorum ne olursa olsun yola çıkmaya kalkmayacaksınız. Muvaffak olamazsan zaten sizi öldürürler, o zaman elbet ben de ölmüş olurum[23]. Bu sözler hasta annesi için de kız kardeşi içinde korkunç bir anlam taşıyordu. İkisi de şaşırmış kalmışlardı. Zübeyde Hanım’ın dua eder gibi ince ve keskin dudakları titriyordu. Makbule’nin duası kurumuştu, dili tutulmuş gibiydi. İkisi de büyülenmiş gibi bu mavi gözleri garip bir alev yanan genç adama bakıyorlardı. Zübeyde Hanım’ın bu büyülenmişe benzeyen şaşkın hali çok sürmedi, vücudu titreyip sarsılmaya ve elleriyle kalbini bastırmaya başladı. Mustafa Kemal ile Makbule kalkıp tutuncaya dek anneleri bayılmıştı bile. Bu sırada dışarıdaki arkadaş kadınları ve Fikrîye içeri koştular. Hemen pencereleri açtılar Zübeyde Hanım’ı kucaklayarak sofaya çıkardılar. Mustafa Kemal heyecanla konuşmasının bu sonucu verişine pek üzülmüştü. Neredeyse bütün soğukkanlılığına yitirmek üzereydi. Sözlerinin anlamını yeğniltmek (hafifletmek) için boşuna uğraşıyordu: Anne diyordu merak etme bu kadar üzülme. Ben size en kötü ihtimali anlattım. Muvaffak olmak ihtimali de kuvvetlidir. Tekrar buraya dönerim. Sizi yanıma aldırırım. Üzülme! Üzülme! Mustafa Kemal hemen emir eri Halit’i evin eski gediklisi Doktor Rasim Ferit’e koşturdu. Doktor Rasim Ferit Bey tam zamanında yetişti ve bu şiddetli krizi tehlikeli bir hal almadan önleyebildi. Zübeyde Hanım biraz kendine gelip de rahat soluk almaya başladığında Mayıs sabahının ilk ışıkları pencereleri tatlı bir maviye boyamıştı. Böylece ayrılık zamanı da gelip çatmıştı. Mustafa Kemal ayrılık dakikalarının acısını şefkatin ve sevginin şiirinde boğmak için annesinin yatağına oturduğu. Onu iki koluyla sardı. Onun ellerini ve yüzünü birçok kez öptü öptü: “Anne bana hakkını helal et diye” tekrarlarken Zübeyde Hanım’ın gözlerinden yaşlar akıyor ve bu yaşlar oğlu için hayır dualar eden ihtiyar dudaklarını ıslatıyordu. Makbule artık hiçbir şey söyleyecek konuşacak durumda değildi annesiyle ağabeyisinin yarattıkları bu yüksek sevgi ve şefkat tablosunu sessizce seyrediyordu[24].
16 Mayıs Sabahı Rauf Orbay, Nevzat Tandoğan gibi dostları, Bandırma vapuru yolcusu arkadaşları ve Mustafa Kemal Paşa’yı Galata rıhtımına uğurlamaya gelmişti. Uğurlayıcıların hem kaygılı, hem umutlu bakışları altında motora binip Kız Kulesi açıklarında demirleyen küçük Bandırma vapuruna yollanan bu idealist yolcular grubu, emirlerine verilen bu cılız “ köhne” ve zavallı vapura yaklaştıklarında düş kırıklığına uğradılar. Mustafa Kemal bir denizci değildi ise de bu köhne geminin Marmara’nın dalgalarına bile dayanamayacağını ilk bakışta anladı hiç kimseye bir şey söylemedi arkadaşlarının cesaretini kırmaması gerekti[25].
Mustafa Kemal Paşa vapurun bir an önce kalkması için can atıyordu. Akşam sular kararmadan boğazdan çıkmak gerekiyordu. Rauf Orbay’ın uğurlama sırasında Bandırma vapurunu İngilizlerin batırma düşüncesinde olduğunu duyduğunu söylemesi onu tedirgin etmişti. Bu sırada vapura itilaf subaylarını taşıyan bir motor yanaşmıştı Subaylar çevikçe gemiye tırmanıyorlardı. Bu İtilaf kontrol heyetiydi. Mustafa Kemal ilkin kim olduklarını anlamadığından içinden “işte Rauf Bey’in dediği çıktı. Karadeniz’e kadar sabredemediler. Herhalde bizi tevkife geliyorlar” düşüncesini geçirerek yüksek sesle bunların niçin geldiklerini ve ne istediklerini sordu. Heyetin silah ve cephane aramaya geldiğini anlayınca içi rahatladı ve onlara “vazifenizi yapın, neticesinden beni haberdar edin” dedi ve olayı merakla izleyen arkadaşlarına Dolmabahçe önünde demirlemiş Savaş gemilerine göstererek şunları söyledi: “Bunlar işte böyle. Yalnız demire, çeliğe ve silah kuvvetine dayanırlar. Maddeden başka bir şey bilmezler. İstiklal ve hürriyet uğruna mücadeleye azmetmiş bir milletin kudret ve kuvvetini idrakten acizdirler. Biz silah ve cephane değil ideal ve iman götürüyoruz” kontrol heyeti bütün gemiyi araştırdıktan sonra Mustafa Kemal Paşa’yı selamlayarak vapurdan ayrıldılar vapurda kalktı[26].
Mustafa Kemal Paşa işte bu ortamda güvendiği 18 arkadaşıyla birlikte İzmir’in işgalinden bir gün sonra Bandırma vapuruyla Samsun’a hareket etmişti. 19 Mayıs’ta Samsun’a varacaktı. Yanındakiler rütbe sırası ve görevleri ile şu kişilerdi[27]:
1. Kurmay Albay Refet (Bele), 3. Kolordu komutanı.
2. Kurmay Albay Manastırlı Kâzım (Dirik), müfettişlik kurmay başkanı.
3. Tabip Albay İbrahim Tali (Öngören), müfettişlik sağlık başkanı.
4. Kurmay Yarbay (Ayıcı) Mehmed Arif, kurmay başkanı yardımcısı.
5. Kurmay Binbaşı Hüsrev (Gerede), karargâh istihbarat ve siyasiyat şube müdürü.
6. Topçu Binbaşı Kemal (Doğan), müfettişlik topçu kumandanı.
7. Tabip Binbaşı Refik (Saydam), sağlık başkanı yardımcısı.
8. Yüzbaşı Cevat Abbas (Gürer), müfettişlik başyaveri.
9. Yüzbaşı Mümtaz (Tunay), kurmay mülhakı.
10. Yüzbaşı İsmail Hakkı (Ede), kurmay mülhakı.
11. Yüzbaşı Ali Şevket (Öndersev), müfettişlik emir subayı.
12. Yüzbaşı Mustafa Vasfi (Süsoy), karargâh komutanı.
13. Üsteğmen Hayati, kurmay başkanı emir subayı ve müfettişlik kalem amiri.
14. Üsteğmen Arif Hikmet (Gerçekçi), kurmay mülhakı, sonradan 3. Kolordu kumandan yaveri.
15. Üsteğmen Abdullah, kurmay başkanlığı yaveri iaşe subayı.
16. Teğmen Muzaffer (Kılıç), müfettişlik ikinci yaveri.
17. Birinci Sınıf Kâtip Faik (Aybars), şifre kâtibi.
18. Dördüncü Sınıf Kâtip Memduh (Atasev), şifre kâtibi yardımcısı[28].
Ayrıca Sinop’a yeni mutasarrıf olarak atanmış genç yöneticisi Mazhar Tevfik bulunuyordu. Albay Refet (Bele) ise Bandırma vapurunun ambarında 18 atla birlikte gizlenmişti. Mustafa Kemal Paşa Refet Beyi 9. ordu müfettişi olarak karargâhına almamıştı fakat Anadolu’ya geçmeye sözleşmişlerdi. Onun herhangi bir memuriyeti ve sıfatı olmaksızın Mustafa Kemal Paşa’nın Kalamış’ta oturan Refet Bey’e haber göndermesi ile Mayısın 16’sında Bandırma vapuruna gelmiş ve ambarda atlarının yanı başında oturarak tehlikeli saatlerin geçmesini beklemişti[29].
Mustafa Kemal Paşa’nın arkadaşlarıyla birlikte Samsun’a geldiği gün Anadolu’nun durumu kendisi tarafından Nutuk’ta şu sözlerle anlatılmıştır:
1919 senesi Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım. Genel vaziyet ve manzara:
Osmanlı Devleti’nin dâhil bulunduğu grup, Harbi Umumi’de mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir mütarekename imzalanmış. Büyük Harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harbi Umumi’ye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın riyasetindeki kabine; aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişah’ın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir vaziyete razı. Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta… İtilaf devletleri, mütareke hükümlerine riayete lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilayeti, Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askeri kıtaları; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurları ve özel adamları faaliyette. Nihayet, söze başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin rızasıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafında, Hıristiyan unsurlar gizli, açık, özel emel ve maksatlarının elde edilmesinin teminine, devletin bir an evvel çökmesine mesai sarf ediyorlar.
Daha sonra elde edilen sağlam malumat ve vesikalar ile teyit olundu ki, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde teşekkül eden Mavri Mira heyeti, vilayetler dâhilinde çeteler teşki1 ve idare etmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Salibi Ahmer-i (Kızıl Haç) resmi Muhacirin(göçmenler) Komisyonu; Mavri Mira heyetinin mesaisinin kolaylaştırılmasına hizmet etmekte. Mavri Mira heyeti tarafından idare olunan Rum mekteplerinin izci teşkilatları, yirmi yaşını aşmış gençler de dâhil olmak üzere her yerde ikmal olunuyor[30]. Ermeni Patriği Zaven Efendi de, Mavri Mira heyetiyle hemfikir olarak çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor. Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde teşekkül etmiş ve İstanbul’daki merkeze bağlı Pontus Cemiyeti kolaylıkla ve muvaffakiyetle çalışıyor[31].
Mukabil kurtuluş çareleri
Vaziyetin dehşet ve vahameti karşısında, her yerde, her mıntıkada birtakım zevat tarafından mukabil kurtuluş çareleri düşünülmeye başlanmış idi. Bu düşünce ile alınan teşebbüsler, birtakım teşekküller doğurdu. Mesela: Edirne ve havalisinde Trakya-Paşaeli unvanıyla bir cemiyet vardı. Doğuda, Erzurum’da ve Elaziz’de merkezi umumisi İstanbul’da olmak üzere Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti teşkil edilmişti. Trabzon’da Muhafazai Hukuk namında bir cemiyet mevcut olduğu gibi, Dersaadet’te de Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti vardı. Bu cemiyet merkezinin gönderdiği delegelerle, Of kazasıyla Lazistan livası dâhilinde şubeler açılmıştı. İzmir’in işgal olunacağına dair Mayıs’ın on üçünden beri fiili emareler gören İzmir’de bazı genç vatanperverler, ayın 14 ve15’inci gecesi, bu acı vaziyet hakkında fikir alışverişinde bulunmuşlar ve emrivaki haline geldiğine şüphe kalmayan Yunan işgalinin ilhakla neticelenmesine mani olmak esasında müttefik kalmışlar ve Reddi İlhak prensibini ortaya atmışlardır. Aynı gecede bu maksadın yayılmasını temin için İzmir’de Yahudi maşatlığına (mezarlık) toplanabilen halk tarafından bir miting yapılmışsa da, ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle bu teşebbüs ümit edilen derecede maksadı temin edememiştir[32].
Millî teşekküller, siyasi maksat ve hedefleri
Bu cemiyetlerin teşekkül maksatları ve siyasi hedefleri hakkında kısaca malumat vermek uygun olur düşüncesindeyim. Trakya-Paşaeli Cemiyeti’nin reislerinden bazılarıyla daha İstanbul’da iken görüşmüş idim. Osmanlı Devleti’nin yok olmasını çok kuvvetli bir ihtimal dâhilinde görüyorlardı. Osmanlı vatanının parçalanacağı tehlikesi karşısında, Trakya’yı, mümkün olursa Batı Trakya’yı da ekleyerek, bir bütün olarak İslam ve Türk camiası halinde kurtarmayı düşünüyorlardı. Fakat bu maksadın temini için o zaman hatırlarına gelen yegâne çare, İngiltere’nin, bu mümkün olmazsa Fransa’nın yardımını temin etmek idi. Bu maksatla bazı yabancı rical ile temas ve mülakatlar da aramışlardı. Hedeflerinin bir Trakya cumhuriyeti teşkili olduğu anlaşılıyordu[33].
Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin teşekkül maksadı da (nizamnamelerinin ikinci maddesi), Doğu Vilayetlerinde oturan bütün unsuların dini ve siyasi haklarının serbestçe gelişmesini temin edecek meşru vasıtalara teşebbüs etmek, söz konusu vilayetlerin İslam ahalisinin tarihi ve millî haklarını, gerektiğinde medeniyet alemi huzurunda müdafaa eylemek; Doğu Vilayetlerinde vaki olan mezalim ve cinayetlerin sebepleri ve etkenleri ve fail ve müsebbipleri hakkında tarafsızca tahkikat icrasıyla suçlarının süratle cezalandırılmalarını talep etmek; unsurlar arasındaki yanlış anlamanın giderilmesi ile eskisi gibi iyi münasebetlerin teyidine gayret etmek, harp halinin Doğu Vilayetlerinde doğurduğu haraplık ve sefalete, hükümet nezdinde teşebbüslerde bulunmak suretiyle mümkün mertebe çare bulmaktan ibaret idi. İstanbul’daki idare merkezlerinden verilmiş olan bu direktif dahilinde, Erzurum şubesi, Doğu Vilayetlerinde Türk’ün haklarını muhafaza ile beraber, tehcir esnasında yapılan kötü muamelelerde milletin katiyen dahli bulunmadığını ve Ermeni mallarının Rus istilasına kadar muhafaza edildiğini, buna karşılık Müslümanların pek gaddarane hareketlere maruz kaldığını ve hatta emir hilafına tehcirden alıkonulan bazı Ermenilerin hamilerine karşı reva gördükleri muameleleri, sağlam vesikalarla medeniyet alemine arza ve bildirmeye ve Doğu Vilayetlerine karşı dikilen ihtiraslı bakışları hükümsüz bırakmak için çalışmaya karar veriyor (Erzurum şubesinin beyannamesi).
Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin ilk Erzurum şubesini teşkil eden zevat, Doğu Vilayetlerinde yapılan propagandalar ve bunların hedefleri, Türklük-Kürtlük-Ermenilik meselelerini ilmi, fenni ve tarihi bakımlardan, inceleyip araştırdıktan sonra, gelecekteki mesailerini şu üç noktada tespit ediyorlar (Erzurum şubesinin matbu raporu):
1)Katiyen göç etmemek.
2)Derhal ilmi, iktisadi, dini teşkilat yapmak.
3)Tecavüze maruz kalacak Doğu Vilayetlerinin herhangi bir bucağını müdafaada birleşmek.
Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin İstanbul’daki idare merkezinin medeni ve ilmi vasıtalarla maksadın temin edilebileceği hakkında fazla iyimser olduğu anlaşılıyor. Hakikaten bu yolda mesai sarf etmekten geri durmuyor. Doğu Vilayetlerinde Müslüman unsurların haklarını müdafaa için Le Pays namında Fransızca bir gazete yayımlıyor. Hadisat gazetesinin imtiyazını üstleniyor. Bir taraftan da İstanbul’daki İtilaf devletleri temsilcilerine ve İtilaf devletleri başvekillerine muhtıra veriyor. Avrupa’ya bir heyet gönderilmesine teşebbüs ediyor[34].
Bu izahattan kolaylıkla anlaşılacağını zannederim ki, Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’ni vücuda getiren mühim sebep ve endişe, Doğu Vilayetlerinin Ermenistan’a verilmesi ihtimali oluyor. Bu ihtimalin tahakkukunun da, Doğu Vilayetleri nüfusunda Ermenilerin çoğunluk sahibi gösterilmesine ve tarihi haklar bakımından öncelikli kabul ettirilmesine çalışanların, ilmi ve tarihi vesikalarla cihan kamuoyunu aldatmaya muvaffakiyetinde ve bir de Müslüman ahalinin Ermenileri katliam eder vahşiler olduğu iftirasının hakikat şeklinde kabulü halinde olabileceği faraziyesi hâkim oluyor. Dolayısıyla cemiyet, aynı sebepler ve vasıtalarla donanmış olarak millî ve tarihi hakları müdafaaya çalışıyor. Karadeniz’e sahil olan mıntıkalarda da bir Rum Pontus hükümeti vücuda getirileceği korkusu vardı. İslam ahaliyi Rumların boyunduruğu altında bırakmayıp, beka ve mevcudiyet haklarını muhafaza gayesiyle, Trabzon’da da bazı zevat ayrıca bir cemiyet teşkil eylemişlerdi. Merkezi İstanbul’da olan Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti’nin siyasi maksat ve hedefi, isminden anlaşılmaktadır. Her halde merkezden ayrılmak gayesini takip ediyor[35].
Anadolu’nun o günkü durumunu şimdi Mahmut Goloğlu’dan okumaya devam edelim: Van, Erzurum, Trabzon ile kısmen batıya doğru uzanan, 15. Kolordu bölgesine gelince, Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti ile merkezi İstanbul’da bulunan ve Süleyman Nazif’le Ziya Gökalp tarafından desteklenen Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi’nin önderlikleri altında millî mücadele bayrağını açmış olan Trabzon ve Erzurumlularla, onlara katılmış olan Doğu Anadolu Türklerinin, başta Kâzım Karabekir Paşa olmak üzere, 15. Kolordu ile yaptıkları gönül, amaç ve işbirliği, bütün vatan için, tek kuvvet ve umut kaynağı idi[36]. Her ne kadar, Sabahattin Selek “Anadolu İhtilâli” adlı kitabında “Mustafa Kemal Paşa’nın Trabzon’da da güven verici bir izlenim edindiğini sanmıyoruz” demekte ise de, aynı kitapta yayınlanan Mustafa Kemal Paşa’ya ait raporlarda “Trabzon vilâyetine gelince, Rumların bu vilâyetteki vukuatları ve çetelerin faaliyetleri azdır. O da Trabzon vilâyeti halkının uyanıklığındandır. … Samsun havalisinde, Türk ahali, hükümet tarafından korunamadığından, bazı Lâz çetelerini Trabzon havalisinden getirerek mal ve namuslarını muhafaza zorunda kalmışlardır” denilmiş olması ile bu sanının yanlışlığı kendiliğinden meydana çıkar[37].
Gerçek olan da o idi ki, Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti yerleşme, gelişme, benimsenme ve güvenilme bakımlarından örnek durumda idi. İstanbul’da devlet ileri gelenlerinin de katıldığı İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurulmaya çalışılır, bir kısım aydınlar “manda” taraftarlığı ile büyük devletlerin kanatları altına sığınmayı düşünürken ve Anadolu’nun öteki bölgelerinde henüz bir derlenip toparlanma yokken; halktan gelen, halka dayanan, halkla beraber olan ve kuruluşu —Anadolu İhtilâli’ni, Kutsal İsyanı, İstiklâl Savaşı’nı da içine alan— millî mücadelenin ilk adımını teşkil eden Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti, Rus sınırından Samsun’a kadar, vilâyetin her tarafında teşkilatını kurup yerleşmiş, silahlı sivil savunma birlikleri kurmuş, komşu illeri birlik ve beraberliğe çağırmış, ordu gücü ile de işbirliği ederek millî mücadele yolunda hızla ilerlemeye başlamıştı. Silahlı sivil halk kuvvetleri ile 15. Kolordu birlikleri bölgedeki çetecilere göz açtırmıyor ve her türlü işgal hareketine karşı hazırlıklı bulunuyorlardı. Bu sebeplerle, 16 Mayıs’ta, Albay Halit Bey komutasında Tortum’da bulunan 3. Kafkas Tümeni’nin Trabzon bölgesine aktarılması ve 8. Alayı’nın Gümüşhane’ye, 11. Alayı’nın İspir yoluyla Hopa bölgesine, 7. Alayı’nın Erzurum üzerinden Trabzon’a gönderilmesi emredilmişti[38].
Mustafa Kemal Paşa’nın komutanlığına atandığı 9. Ordu’nun (ki bir ay sonra adı 3. Ordu olmuştur) durumuna gelince, iki kolordusundan birinin (3. Kolordu) merkezi Sivas’tı. Bu kolordunun bir tümeni Amasya’da, bir tümeni de Samsun’da idi. Merkezi Erzurum’da olan diğerine de (15. Kolordu) Kâzım Karabekir Paşa komuta ediyordu. Emrinde dört tümen vardı. Tümenlerinden biri (12. Tümen) Horasan’ın doğusunda, diğeri (11. Kafkas Tümeni) Van’da, Albay Rüştü Bey komutasındaki tümen (9. Kafkas Tümeni) Erzurum’da, Yarbay Halit Bey komutasındaki tümen (3. Kafkas Tümeni) Tortum’da idi. Bu tümen Trabzon’a aktarılmak emri almıştı[39].
Halit Bey’in tümeni 20 Mayıs’ta yeni bölgesine hareket etti. 8. Alay Gümüşhane’ye geldi, alay karargâhı ile 1. ve 3. taburlar Torul’a yerleşti. Hopa’ya gönderilen 11. Alay’ın 1. Taburu Trabzon’da bırakıldı; 2. Tabur, Pazar bölgesinde eşkıya ve asker kaçaklarını kovuşturmakla görevlendirildi; 3. Tabur Hopa’ya gitti. Trabzon’a gelen 7. Alay’ın karargâhı ile 1. ve 3. Taburları Maçka’da kaldı. Sürmene’ye de yirmi kişilik bir müfreze gönderildi. Anadolu’daki olayları dikkatle izleyen İngilizler, ilk günden beri açıkça millî mücadele taraftarı olan, Yarbay Halit Bey’in tümeni başında Trabzon bölgesine gönderilmesine şiddetle itiraz ettiler, görevinden alınmasını istediler. İstanbul Hükümeti de İngilizlerin bu isteğini kabul ederek Halit Bey’i İstanbul’a çağırmıştı. Fakat Halit Bey İstanbul’a gitmedi. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ile görüşüp anlaştıktan sonra görevinden ayrılmış gibi Bayburt’a gidip saklandı. Böylece Halit Bey’in görevinden alındığı gibi bir durum yaratılarak itiraz ve şikâyetler önlendi, fakat tümeni yine Bayburt’tan Halit Bey idare etti[40].
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’da bulunduğu sırada hükümetin, ordunun, milletin, Doğu Karadeniz bölgesinin genel durumu böyle idi. Ve asayişsizliği bahane eden İtilâf Devletlerinin, her an, Samsun–Trabzon kıyılarına bir çıkarma yapmalarından endişe ediliyordu. Mustafa Kemal Paşa, her şeyden önce, Samsun’un durumunu inceledi. Halk üzgün ve bezgin bir haldeydi. Şehirde Müslüman Hintlilerden kurulu bir İngiliz askeri birliği vardı. Rum çeteleri sokaklarda serbestçe dolaşıyorlardı. Samsun Liman Başkanlığı idaresinde iken Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilen, Karadeniz kıyılarını kontrolle görevli Trabzon ve Sinop isimli iki gambot akaryakıtsızlıktan limanda öylece duruyorlardı. Ve Samsun mutasarrıfının, halkı çetelerden koruyabilecek gücü yoktu. Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a yazarak mutasarrıfın değiştirilmesini istedi. Tümen komutanının düşüncelerini de beğenmemişti, hemen değiştirdi. Polis Müdürü Refik Bey’i (Koraltan) millî mücadele taraftarı, uyanık ve hareketli bir memur olarak gördü, durum ve tutumundan memnun kaldı[41].
Mustafa Kemal Paşa, bir kaç gün içinde, Samsun’u şöyle bir düzene soktuktan sonra, 25 Mayıs’ta Havza’ya gitti. Aynı gün, Yunan bandıralı bir gemi Giresun limanına demirledi ve bir göçmen kafilesini karaya çıkardı. Evvelce buralardan Rusya’ya gitmiş oldukları iddia edilen bu göçmen kılıklı Rumlar, aslında bölgedeki çeteleri takviyeye geliyorlardı. Böylece, bölgedeki çeteler günden güne artıyor, kuvvetleniyor ve saldırılar şiddetleniyordu. Bunların en azılılılarından biri de Haçıka Çetesi idi. Fakat Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin Giresun Şubesi gönüllüleri ile birlikte Haçıka Çetesine karşı yaptıkları çarpışmada çete tamamen yok oldu[42]. Bu sıralardadır ki, Ayvalık’a gelen bir Yunan Kızılhaç gemisinin karaya asker çıkartması üzerine, esasen silaha sarılmak zorunda kalmış olan Egeliler de teşkilatlanmaya başlamışlar, Redd-i İlhak cemiyetlerinde birleşik kuvvetlenme yolunu tutmuşlardı. Bunlar, hem işgalci ve çetecilere karşı bir savunma, karşı koyma, hem de kendi hükümetinden bir şey beklememe, ona başkaldırma, ona karşı ayaklanma hareketleri idiler. Milli mücadelenin “ayaklanma” hareketi bütün Anadolu’ya yayılıyordu[43].
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışı Anadolu’da millî mücadelenin heyecanını ateşlemişti. Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçecek süre Bandırma Vapuru ile başlayan bir ihtilal dalgası annelerin, bebeklerin gözyaşlarıyla şehitlerin kanlarından düşmanı boğacak bir deniz haline dönüştü.
Teşekkür: Bu yazının hazırlanmasında düşünceleri ve birikimi ile bizlere katkıda bulunan Turan Bilimler Akademisinden M. Danyal HERGÜNSEL Beye minnet duygularımla.
Kaynaklar
1-Ayten Sezer ve arkadaşları(Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyeleri), Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ağustos, 2003.
2-Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Milli Kurtuluş Savaşı’nın Gerçek Hikâyesi, Cilt 2 Tekin Yayınevi, İstanbul, 2010.
3-Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.
4-Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi – I, Erzurum Kongresi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008.
5-Orhan Çekiç, İmparatorluktan Cumhuriyete II, 1919, Başlangıç, Samsun’dan Erzurum’a, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.
6-Sinan Meydan, Hafıza, Yakın Tarihin Kitabı, İnkılap Yayınları, İstanbul 2019.
[1] Sinan Meydan, Hafıza, Yakın Tarihin Kitabı, İnkılap Yayınları, İstanbul 2019., s.71.
[2] Sinan Meydan, a. g. e., s. 71-72.
[3] Ayten Sezer ve arkadaşları(Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyeleri), Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ağustos, 2003, s.124.
[4] Sinan Meydan, a. g.e., s.75.
[5] Sinan Meydan, a. g.e., s.75-76.
[6] Ayten Sezer ve arkadaşları, a. g.e., s.124-125.
[7] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 44.
[8] Sinan Meydan, a. g.e., s.76.
[9] Ayten Sezer ve arkadaşları, a. g. e., s. 124-125.
[10] Orhan Çekiç, İmparatorluktan Cumhuriyete II, 1919, Başlangıç, Samsun’dan Erzurum’a, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015., s. 93-102.
[11] Orhan Çekiç, a. g. e., s. 102-103.
[12] Orhan Çekiç, a. g. e., s. 104.
[13] Orhan Çekiç, a. g. e., s. 105.
[14] Sinan Meydan, a. g. e., s. 83.
[15] Orhan Çekiç, a. g. e., s. 105.
[16] Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi – I, Erzurum Kongresi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008., s. 39.
[17] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 116.
[18] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 126.
[19] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 130-131.
[20] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 131-132.
[21] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 132-133.
[22] Sinan Meydan, a. g.e., s.84.
[23] Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Milli Kurtuluş Savaşı’nın Gerçek Hikâyesi, Cilt 2 Tekin Yayınevi, İstanbul, 2010.s. 40.
[24] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 40-41.
[25] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 45.
[26] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 45.
[27] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 48.
[28] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 48.
[29] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 46-47.
[30] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, s. 31.
[31] Gazi Mustafa Kemal, a. g. e., s. 32.
[32] Gazi Mustafa Kemal, a. g. e., s. 32.
[33] Gazi Mustafa Kemal, a. g. e., s. 32.
[34] Gazi Mustafa Kemal, a. g. e., s. 33.
[35] Gazi Mustafa Kemal, a. g. e., s. 34.
[36] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 50-51
[37] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 51, Sabahattin Selek, Anadolu İhtilâli, İstanbul, 1968. , s. 192, 259.
[38] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 51.
[39] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 51-52.
[40] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 52.
[41] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 52-53.
[42] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 53. M. Tayyip Gökbilgin,, Millî Mücadele Başlarken, Ankara: 1959. C.I, s. 82
[43] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 53.