Allah, insanı pek çok enva’ / nev’ler yerinde pek çok kabiliyetleri olan bir nev’ / bir tür olarak yaratmış. Yani bütün hayvan nev’ilerinin çeşitli dereceleri kadar, bir tek nev’ olan insan ile; o vazifeleri gördürmek dilemiş. İnsanların kabiliyetlerine, hissiyat ve duygularına yaratılıştan bir sınır bırakmamış. Fıtrî bir kayıt koymamış, serbest bırakmış. Diğer hayvanların kabiliyet ve hisleri mahdut ve sınırlıdır. Fıtrî / yaratılıştan gelen bir kayıt altındadır. Halbuki insanın her istidat ve kabiliyeti, sayısız alanda dolaşır gibi, sonsuzdur. Çünkü insan, kâinatın yaratıcısının isimlerinin nihayetsiz tecellilerine / üzerinde görünmelerine bir ayna olduğu için, istidat ve kabiliyetleri nihayetsizdir.
İnsan ve Âhiret
Ey insan! Mezaristana göçtüğün zaman: “Eyvah! Malım harâb oldu. Çalışmam boşa gitti. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip, dar bir toprağa girdim!” Deme. Feryat edip ümitsiz olma. Çünkü herşeyin; muhafaza edilip korunuyor. Her amelin yazılmış. Her hizmetin kaydedilmiştir. Hizmetinin mükâfât ve ödülünü Allah verecektir. Çünkü her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek güçtedir. Yüce güç ve celâl sahibi olan Allah; seni, yer altında geçici olarak durdurur. Sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sana ki, hizmetini ve vazîfeni bitirdin. Zahmetin bitti. Rahata ve rahmete gidiyorsun. Zahmetin bitti. Hizmet meşakkati sona erdi. Artık ücret almaya gidiyorsun.
Çünkü, cennet ehli olan bir insan, özellikle bütün duyguları, manevî hisleri ile kulluk etmiş. Cennetin lezzetlerini hak etmiş ise; her duygusunu memnun edecek, her cihâzâtını okşayacak, her letaif ve duygularından herbirini zevklendirecek bir tarzda; Cennetin her bir nev’, tür ve çeşidinden her güzelliği gösterecek tarzda birer kıyafet; insana ve eşine Allah tarafından giydirilecek.
Çünkü insan vücûdu, tavırdan tavra geçtikçe, acîp / şaşılacak ve muntazam değişiklikler geçiriyor. Nutfe / bir damla sudan alakaya / ana rahmi duvarına tutunmuş, asılı bir hücre topluluğuna. Alakadan mudgaya / dişle çiğnenmiş ete benzeyen bir cenine. Mudgadan kemik ve ete. Bundan da yeni bir yaratılışa geçirilerek; insan suretini alması; gayet ince düstur ve prensiplere bağlıdır. O tavırların herbirinin, öyle hususî kanunları, öyle belirli nizamları ve öyle düzgün hareketleri vardır ki; cam gibi, altında bir kasıt, bir irade, bir tercih ve bir hikmetin; gaye ve amacın parıltılarını gösterir.
Acabâ hiç mümkün müdür ki: Bu derece nihayetsiz bir kudret ve kuşatıcı bir hikmet ile rububiyet / terbiye ve idare ediciliği ile, zerrelerden tâ gezegenlere kadar, bütün varlığı hükmü altında tutarak, intizam ve mîzan / ölçü dairesinde döndüren celâl sahibi ve san’atkâr olan Yüce Allah; tekrar dirilmeyi yapmasın veya yapamasın! Nitekim birçok âyet; hikmetli, yüksek bir amaç için olan İlk Dirilme’yi, insana gösteriyor. Haşir ve kıyametteki İkinci Diriliş için de, misaller vererek, onu akıldan uzak görmeyi gideriyor.
Mükâfât ve Mücâzât
Hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfâtı / ödülü ve isyan edenlere mücâzâtı / cezâsı bulunmasın. Elbette mutlak, sınırsız rububiyet sahibi olup, herşeyin Rabbi olmak mertebesinde olan ebedî bir saltanatın; o saltanata imanla bağlanan ve itaatle ferman ve emirlerini yerine getirenlere mükâfâtı / ödülü olacak. Ve o izzetli saltanatı, küfür ve isyanla inkâr edenlere karşı da, mücâzâtı / cezalandırması bulunacak. Şüphesiz lâyık olanlara verilecek mükâfâtlar ve mücâzât / cezalandırmalar; o rahmet, cemal / güzellik sahibi, o izzet ve celâlli olan sultanın şan, şeref ve yüceliğine uygun bir tarz ve şekilde olacaktır.
Söz
Söz odur ve ona derler ki: Hakk olup, Hakk’tan gelir. Hak der. Hakikat ve hikmeti gösterir.