Önce Farklılaştırır Sonra da Aynılaştırırız
Tuhafız hem de çok tuhafız. Okullarda yıllarca eğitim verilir. Neden? Kendini ifade edebilen, öz güvenli, yaratıcı, farklı düşünen, araştıran, sorgulayan, inisiyatif alabilen, aktif, lider vasıflı, ülküsü olan (özellikle yeni maarif modelinde vurgulanan bir nitelik) özgün bireyler yetiştirmeye çalışırız. Bilhassa özgün olacak ki var olan düzene yeni bir nefes yeni bir ses olsun. Sonra da korkarız o yarattığımız muhteşem eserden. Büyüyüp serpilip iş hayatına atıldığı zaman başlarız onu törpülemeye. Kısacası önce farklılaştırmaya sonra da aynılaştırmaya çalışırız. İp gibi nizamında duran hareketsiz bedenler, sessiz diller, ışığı sönmüş gözler isteriz. Korkarız farklı bir sesten, farklı bir bakıştan ve düşünceden. Korkarız dimdik duruştan. Dalgasızdır, dümdüzdür deniz. Hiçbir şey o hareketsizliği ve sessizliği bozmamalı. İtaatkâr bilinçler bu düzeni korumak için yargılamamalı, soru sormamalıdır. Sadece yapılanı onaylamalı ve önüne sunulanı kabul etmelidir.
Bu durum bana insanın biyolojik gelişim sürecini hatırlattı. İnsan doğar. Bebek olur, çocuk olur sonra genç ve yetişkin. Yetişkin çağına gelene kadar bilgi ve görgüsünü katlayarak tecrübelerle süsleyerek ilerler. Ve nihayetinde altın çağını yaşar. Sonra o malum dönem hazan mevsimi, yaşlılık gelir. Yapraklar, bilgiler, görgüler, kudret, heyecan, bellek, bilinç birer birer terk eder dalları. Kurumuş gövde yine bir çocuk saflığıyla ve güçsüzlüğüyle görmeye başlar dünyayı. O koca umman çekilir, kuru dere yatağına dönüşür. Göz görmez, kulak duymaz, akıl idrak etmekten yoksun kalır. İnsanoğlu hiçbir şey bilmeyen aslına, zayıflığına yeniden rücu eder. İşte eğitim sistemindeki onca çaba ve gaye iş hayatında hiç olur, heba olur. Yine aslına rücu eden nesiller peyda olur. Ülkem başlar gerisin geri gitmeye. Sinmiş insan; sesini, pırıltısını kaybetmiş neslim bırak üretmeyi, muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı önünü görmekten aciz kalır. Düşmüştür ekmek davasına. Yasaklardan, sözde kurallardan, koltuk egosundan korkar. Farklılaşmaktan, bir işin ucundan tutmaktan ürker. Ve aşındırmaya başlar yatağını, siner kabına. Tutabilen ayakları tutmaz, görebilen gözleri görmez, duyabilen kulakları duymaz olur. Yaşlılıktaki gibidir. Ama bu defa meleke var iken yoktur. “Mış” gibi yapar. Bir türkü çalar uzaktan duyup da duymamış, görüp de görmemiş gibi yapar. İyidir böyle! En azından kafası rahattır. Hem köhne düzenin nizamı hem de yüreğinin huzuru bozulmaz. Keyfekeder talimatlara elifi elifine uymaya başlar. Uymayıp da ne yapacak. Sesi gür insan sevilmez ki. Yerini korumak zorundadır. Aksi halde barınamaz. Gün gelir bağırmak gelir içinden ama nafile! Zamanla sesini de kaybeder, şarkı söylemeyi unutur.
Devletimiz ilmek ilmek yıldızlar dokuyup o yıldızları gökyüzüne yükseltirken derebeyi nitelikli koltuklar o ışıkları, neslin ışığını itinayla söndürürler. Emekle büyütülmüş, yeşermeye yüz tutmuş ağacı tam meyve verecekken kökünden keserler. Özellikle eğitimcilerin bu duruma düşmesi çok sıkıntılı ve tüyler ürpertici. Tüyler ürperticidir çünkü nesil, gelecek, ülke, vatan onlara emanet ve onların elinde şekilleniyor. Ve müthiş bir örnek teşkil ediyorlar. Öykü yazmak biraz da öykünmekle başlar ya. Öğrenciler de kendi öykülerini yazmadan önce öğretmenlerine öykünürler. Boynundaki ay yıldızlı kolyesinden tutun da yürüyüşüne, duruşuna kadar öykünürler. Bu durum engel olunmazsa daha da kötüye gidecek ve gün gelecek o öğretmen kendinde olmayan tavrı da veremeyecek “mış” gibi de yapamayacak. Onca emeğin kör bir kasabın kör bıçağında kurban olmaması için bıçağı tutan ellerin görülmesi ve iyileştirilmesi gerekir.