Malazgirt’ten İzmir’e

48

26- 30 Ağustos, zafer günleri… Önceki yıllarda bu köşede, doğup büyüdüğüm İzmir’in kurtuluşunu, büyüklerimden dinlediğim gibi nakletmiştim. Onlar o aşağılık işgali, soykırımı, etnik temizliği, o işgalin gerçek terörünü ve zaferin sevincini bizzat yaşamışlardı, bana, torunlarına anlatırlardı.

Geçen eylüllerde, gün gün Sakarya’yı da anlatmıştım. Stanford Shaw’un, From Empire to Republic ~ İmparatorluktan Cumhuriyete eserindeki olağanüstü anlatımından yararlanarak… Türk Tarih Kurumu’nun, İngilizcesini yayımlamasından neredeyse çeyrek asır geçti. Türkçesi niye çıkmaz, bilemiyorum. Shaw bile tarih olacak. Nitekim ondan nakil yaptığım bir yazıya gelen yorumda, “Shaw pek itibarlı değildir, Stanford’da tutunamayıp Türkiye’ye gelmişti.” mealinden bir hüküm vardı. Okuyucu haklı. ASALA evini bombaladığı için itibarsızlaşmıştı zahir. “Millî mücadele hiç olmadı, denize kimse dökülmedi, şehitliklerin de içi boş” diyen türden biri…

Aman bozkurt olmasın

Benim bu seferki kutlamam 25 Ağustos gecesinden başladı. Günlerce devam etti. 

Daha çok sosyal medyada gezindim. Pek mutlu oldum sayılmaz. Önce rahmetli dostum, ağabeyim Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşı’nı aradım. Kader beni sevindirmemeye kararlı herhâlde. Önüme, aklı evvellerin tahrif ettiği mehter icrası marş çıktı. Doğrusu:

Aylardan Ağustos günlerden Cuma

Gün doğmadan evvel iklimi Rum’a

Bozkurtlar ordusu geçti hücuma

diye başlayan o güzelim destandaki bozkurt, birilerinin bir yerini ısırmış olmalı ki o mısrayı, “Öztürkler ordusu” diye bozmuşlardı. Hangi akılla? Daha önemlisi hangi hakla? Muhtemelen Pentagon’un “bizim oğlanlar”ının etkisinin devam ettiği yıllarda ve mahfillerde olmalı.

Şiir okuyamamak

Sosyal medya turuma devam ettim. Rahmetli Yusuf Ziya Ortaç’ın, çok sevdiğim, Akdeniz’e şiirini buldum:

Yirmi altı Ağustos, gece sabaha karşı,

Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı.

Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar,

Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar.

Fırtınadan yeleli, yıldırımdan kanatlı,

Alevlerin içinden geçti binlerce atlı.

Keşke bulmasaydım. Şiir hatırladığım gibi pek güzeldi… Ama okuyanlar. Kesinlikle karar verdim ki eğitimimiz artık şiir okumayı hiç mi hiç öğretmiyor. Daha doğrusu öğretemiyor. Muhtemelen öğretecek olanlar da öğrenmeden gelmişler oralara. İşte dümdüz, güpgüzel bir hece şiiri. Bazı okuyuşlar, görüntü üstüne haber okuyan ruhsuz spikerler gibi. Bazısı bağırmayı, sesi gırtlaktan hırıltıyla çıkarmayı güzel okumak sanıyor. Ama şiir yok, şiir okumak yok. Eskiden şiirlerimizi tiyatro sanatçılarımız okurdu. Onlar eğitimliydi ve pek güzel okurlardı. Allah rızası için biri, birkaçı Malazgirt Marşı’nı, Akdeniz’e şiirini bir okusa. Öbürleri çekilecektir piyasadan. Yoksa tersi mi olur? Kötü şiir iyi şiiri mi kovar?

Nihayet güzel bir şey buldum. Dr. Selim Erdoğan’ın Türk Tarih Kurumu için yaptığı 16 bölümlük Afyon’dan İzmir’e Adım Adım Büyük Zafer videosu. Dr. Erdoğan kesinlikle prompterden okumuyor. Uzman tarihçilerde gördüğüm, anlattığını yaşama hâli onda da var. Görüyorsunuz ki bozulmuş düşmanlar hiç de yel gibi kaçmamış. Söke söke, kazıya kazıya varmışız Akdeniz’e. İlk bölümün başlığı “Paşa’nın Hayalet Süvarileri”. Benim geçen yıllarda, Holywood’a verseniz bir düzine film çıkarır dediğim, süvari kolordumuzun gece karanlığında Ahır Dağı’ndan geçişi anlatılıyor. Orada, yerinde, Ahır Dağı’nda anlatılıyor.

İhmal mi fukaralık mı?

Yine de beni üzen iki nokta vardı. Erdoğan Hoca şehit mezarlarını da gösterdi. Her muharebenin şehitlerini. Yerde birer taş yığını. Bakımsızlıkları insanın içini yakıyor. Yeni Türkiye mi eski Türkiye mi bu vefasızlığa imza atanlar, hangisi ise ayıptır, günahtır.

İki nokta dedim. Bu güzel çalışma besbelli çok fakir bir bütçeyle yapılmış. Tek kamera. Pek de işinin ehli olmayan bir kameraman. 6. Bölüm 30 Ağustos’u anlatıyor. İlk sahne flu çekilmiş. 15. dakikadan sonra rüzgârın mikrofondaki uğultusundan Selim Hoca’nın dediklerinin çoğu anlaşılamıyor. Işık için bir önlem yok. Yansıtıcı, doldurma ışığı falan hak getire. Zaman zaman askerî harekâtı gösteren hareketli oklar, semboller, hatta dron çekimleri öyle güzel otururdu ki. Eşsiz bir konuya mükemmele yakın bir yapım olurdu. Belli ki Türk Tarih Kurumu’nun parası yok. Acaba Stanford Shaw’u da bu yüzden mi çeyrek asırdır Türkçeye çeviremiyorlar.

Eline sağlık Selim Hoca, teşekkürler Türk Tarih Kurumu. Keşke… Keşke size biraz daha bütçe ayırabilsek.