Merhamet Üzerine

136

Merhamet, sözlüklerde: “Acıma duygusu.”Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma.” “Birinin (veya başka bir canlının) içinde bulunduğu acılı durumuna üzülerek, acısını giderip yerine sevinç ve iyiliği getirmeye çalışmaya veya böyle yapmayı istemeye neden olan duygu.” Olarak tanımlanmaktadır.

Öğretmenliğimin ilk yıllarıydı. Yaya olarak komşu köydeki öğretmen arkadaşımı ziyarete gidiyordum. Köye yaklaştığımda çayırlıkta birkaç erkek çocuğun yerde bir şeye ayakları ile vurarak, birbirleri ile paslaştıklarına rastlamıştım. Önce oynadıkları şeyin top olduğunu sandım. Biraz yaklaştığımda hayretten dilim tutuldu.

Canlı bir kaplumbağayı top gibi tekmeliyorlardı. Zavallı hayvan kan revan içindeydi. Üzüntü ile müdahale ederek bir sürü nasihatte bulundum. Fakat çocuklara kızamadım, bir eğitimci olarak bu öğrencilere merhameti tattıramadığımız için kendime kızarak serzenişte bulundum.

Biz yıllarca çocuklarımıza “sınav aşkı adına” bilgi yükleme yarışına girdik. Öğretimle meşgul olurken, eğitimi ıskaladık maalesef.

İyi insan” yetiştirmeyi öteleyerek, kaliteli meslek sahipleri yetiştirmeye odaklandık. Böylelikle daha çok bilen, fakat insanlık gereği, beklenilen insani davranışlarda bulunamayan bir nesil yetiştirdik.

Mayamızda var olan; “sevgi, saygı, merhamet, hoşgörü, şefkat, duygulanma, nazik olma, , affetme, ötelememe vb.” sözcükleri karakterimize yansıtamadık. Bu güzelim duygular hayatımızdan sessiz sedasız göç ettiler. Çünkü önemsemediğimiz için bizlere kırıldılar küstüler.

Basında; “oğlunu, eşini, babasını öldüren, bankamatikten parasını çeken yaşlıları dolandıran, çantasını kapmak uğruna bir bayanı kaldırımlarda sürükleyen vb.” haberleri gördükçe gözlerim buğulanıyor.

 Sahi bize neler oldu? Neden bu kadar gaddarlaştık? Kuşlara binaların duvarlarında yuva yapan, hayvanlara koruma vakıfları kuran, aç kalmasınlar diye yaban hayvanlarına sistemli yiyecek bırakan bir neslin evlatları, merhametsiz, bencil ve gaddar olamaz, olmamalıdır.

  Durmadan zihnimize bilgi yüklemekle, uğraşırken,  “estetiği, edebi, kendini bilmeyi, paylaşmayı, vefayı, doğru ve dürüstlüğü, adaleti, yardımlaşmayı”, yani kısacası “insanlığı” zihnimizden ayıkladık.

 Geriye; kaba, duygusuz, anlamsız robottan farksız bedenler kaldı. Kendimizden daha varlıklılarla mal toplama hırsına kapıldık. Var olana şükrederek muhtaçları düşünmek aklımıza gelmedi.

Hatta yeri geldiğinde, “kardeşim fakir düşkün kalmamış, hani nerede” gibilerden klişe laflarla “nefsimize teselli vererek”, etrafımızı görmezden geldik. Asansörlerde komşumuza “merhaba” demekten kaçındık. Kalabalıklar içinde gittikçe yalnızlaştık. Bedava olan bir tebessümü birbirimize sunmaktan çekinir olduk.

Sonra da insani hasletlerden yoksun olan bedeni, en pahalı elbiselerle, zihnimizi de şaşırtıcı fakat gereksiz bilgilerle donatırsak daha çekici, saygın  ve orijinal oluruz sandık.

Fakat bunu da başaramadık, çünkü ruhumuza güzellikler bahşeden, insan olmamızın “olmazsa olmazları” yoktu.

Bu yüzden çok bildiğini sanan, övünmeyi kendine paye atfeden, bazen burnu havada, somurtkan, kaba ve rüküş bireylere dönüştük.

Mütevazı, alçakgönüllü, güler yüzlü, merhametli, nazik, vefalı, sade ve doğal tavırlarımız kayboldu. Bunun yerine, güzelim hasletlerin karşıtları yüreğimizi sarmaladı. Acımasız ve bencil duyguların elinde esir olduk.

Böyle olunca; “şiddet ve kötülük, topluma hızla yayılmaya başladı. Maskeli baloya gider gibi, sahte gülümsemelere büründük. Gösterişte sergilediğimiz sevecenliğimizi kalbimize yerleştiremediğimizden, yalnız kaldığımızda, kötü ve çirkin duygularımıza geri döndük.

Bu kez insanlık, kendinde bulamadığı bu hasletleri, hayvanlara öğretmeye, onlardan gördüğü sadakatle teselli bulmaya başladı. “İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyorum.” Söylemi dillerde dolaşmaya başladı.

 Oysa bir zamanlar öz benliğimiz olan davranışları, hep birlikte insanca yaşamaktaydık. Hem de doğayla iç içe, tüm canlılarla barışık bir halde. Kirletmeden ve kirlenmeden… Duru, doğal ve mutlu olarak…

Sevgiyle kalın…