Diller
nasıl kaybolur diye merak etmişimdir. Diller ve dillerle beraber, tabii ki
milletler. Düşünün, Sümer, Akad, Asur… Bunların hepsinin dili vardı. Büyük,
yazılı dillerdi; bürokrasilerinde de kullanılıyordu. Dünyanın merkezindeydiler,
güçlüydüler. Herhâlde önce devlet zayıfladı, sonra yenildi. Başka bir milletin
devleti, başka bir milletin dili hâkim oldu ve sonunda Bâki’nin dediği gibi,
“Bahs itmez oldı kimse, kesildi lisânları.”
Bâki’nin
anlattığı büyük olaylar, harpler sonunda yıkılıp göçen devletlerden, onların
dillerinden, milletlerinden bahsediyor. Medyamızın Türkçesine bakıyorum… Demek
ki bir dil, harp-darp olmadan, sırf eğitim sisteminin çöküşünden,
liyakatsizlikten de yok olup silinebiliyor. Sessizce. Sönüp gidiyor. Kendi
büyük olaylarını, harplerini, tarihini anlatamaz hâle geliyor.
Okumasak
da yazarız
Aşağıda
size üzülerek aktaracağım metin parçaları, 18 Mart tarihli gazetelerin çoğunda
yer alıyordu. Öğrendim ki Anadolu Ajansı geçmiş. Buyurun:
“Osmanlı
Devleti Çanakkale Savaşında bütün bir millet olarak destan yazdığı savaştır.”
Efendim? Özne kim? Nesne kim? Devlet ne,
millet nerede?
Devam
ediyoruz:
“1914
yılı 3 Kasım-1915 yılı 18 Mart tarihleri arasında deniz savaşları yapılmıştır.
25 Nisan 1915-9 Ocak 1916 tarihleri arasında ise Gelibolu yarımadasında kara
savaşları olarak yapılmıştır.”
Bu
cümlelerle, mesela bir olimpiyatı anlatabilirsiniz. “Kayak müsabakaları falan
tarihler arasında Sarıkamış’ta yapılmıştır. Filanla falan tarihleri arasında
ise Kars ve Erzurum’da futbol oyunları olarak yapılmıştır.” Ben bunda bile,
ikinci “yapılmıştır” yerine “devam edildi” derdim ama neyse…
Daha
başka düşük cümleler de var. Mesela: “Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında
savaşa girmesi İngiltere, Rusya ve Fransa savaşta zayıf kalmıştır.” Buna da
olur böyle vakalar mı desek? Daha daha:
“1. Dünya Savaşı’nın gidişatı değişmiştir. Batı ülkelerinin
beklentilerinin tersine gelişmelerle sonuçlanmıştır.” Sonuçlanan nedir acaba?
Almanya, Avusturya-Macaristan Doğulu ülkeler miydi?
Ders
kitaplarından alışık olduğumuz, “Vallahi ben bilmem, bana öyle dediler.” fiil
çekimi “mıştır”, “muştur”, “muşlardır” gırla… Fakat asıl vahim bölüm şimdi
geliyor:
Nusret
batınca düşman birlikleri bozuldu
“18
Mart 1915 tarihinde en güçlü saldırı yapılmıştır. Bu saldırılara karşı Osmanlı
Ordusu’nun savaş stratejisi olarak boğaza döşediği mayınlar ile düşman
donanmasında ağır kayıplar olmuştur. Donanma için büyük öneme sahil olan Nusret
Mayın Gemisi’nin batırılması ile itilaf Devletleri birlikleri bozguna
uğratılmış ve deniz saldırısından vazgeçmek zorunda kalmışlardır.”
Hani
nasıldı? Hazreti Musa, tam kızını kurban edecekken yerden bir keçi fışkırmıştı,
değil mi? Fıkrada bunlar düzeltilir: Musa değil İbrahim, kızını değil oğlunu;
yerden değil gökten; keçi değil koyun; fışkırmadı indi… Biz de o geleneğe
uyalım.
Boğaza
mayın döşemek, hele güneş battıktan sonra Erenköy’de Karanlık Liman’a,
birbirine çelik telle bağlı yirmi altı adet mayını bırakmak strateji değildir.
Olsa olsa taktiktir. “…büyük öneme sahil olan Nusret Mayın Gemisi’nin…”
“sahil”ini olduğu gibi bırakıyorum. Çünkü haberi veren düzineyle gazetenin hiç
biri bu “sahil olan” ı, “sahip olan” yapmamış. Herhâlde, “Ne de olsa bizim
görevimiz okumak değil yazmak.” diye düşündüler.
Bizim
Nusret Mayın Gemisi batırılınca, İtilaf Devletleri “birlikleri” neden bozguna
uğramış? Batan gemi bizimki değil mi- size göre? Yoksa İngilizlerin de gizli
bir Nusret’i mi vardı? Hani Lozan’ın gizli maddeleri gibi?
Orda
okur-yazar yok mu?
Nusret
Mayın Gemisi çok şükür batmadı. Görevini kahramanca yaptı. 1962’ye kadar da
hizmet verdi, bu tarihte terhis oldu. Özel sektörde kuru yük gemisi olarak
kullanılırken 1989 yılında Mersin açıklarında bir fırtınada alabora olup battı.
Kadirşinas milletimizin kadirşinas bürokratları, tam onu çıkarıp jilet
yapacaklardı ki, milliyetçilik gibi gereksiz işlerle uğraşan bir kısım Türkler,
“Nusret Çalışma Grubu”nu kurdular, yetkilileri uyardılar. Kanaatimce uyarıdan
değil de “Rezil olmayalım.” endişesinden vazgeçildi ve gazi gemi, bugün
Tarsus’ta, sergileniyor. Bir modeli de Gelibolu’da.
Gazeteci
bir dostuma bu rezaleti anlattım. “Maalesef”, dedi, “AA kalitesi diye bir şey
vardı eskiden. Referanstı. Tek bir yanlış olmazdı cümlelerde. Şimdi böyle.”
Anadolu
Ajansı, yazı yazmayı, tarihi ve dünyayı bilmeyen, cümle kuramayan, yazıyı hiç
mi hiç yazamayan personelini, bari 18 Mart kadar önemli günlerde, yemek
hizmetlerinde falan istihdam etse. Diplomasızları almasa diyeceğim ama galiba
artık diplomanın fazla bir anlamı yok. Türkçe bilen birine kontrol ettirseler…
Hiç Türkçe bilenleri kalmadı mı? Hiç mi torpilsiz işe alınmış elemanları yok?
Sümer dilini, Akad, Asur dilini bilen de
kalmamıştı o milletler silinirken. “Bahs itmez oldı kimse kesildi lisânları.”
Biz de buraya mı gidiyoruz? Allah saklasın.