Dün, Bugün ve Yarın İslâmiyet (2)

115

     İslâmın mâzide tam
olarak galebe çalamamasının sebepleri:

     Mâzi kıt’ası /
geçmiş zamanın vahşet dolu sahra ve ovalarında taassup çadır kurmuş. Taassup ve
taklit ise kol geziyordu.

     Ya da cehlistan
ülkesinde yerleşmiş yaldızlı şeyler, kendisini nazara veriyor, istibdat ve
despotluk her yanı sarmış bulunuyordu.

     Bu durum
karşısında; şeriatı garrâ / dinin parlak hakikatleri mutlak bir galebe
sağlayamıyor!

     İslâmiyetin her
yeri tamamen kaplaması, ne yazık ki mümkün olmuyordu!

     Çünkü İslâmiyetin
yeryüzünde tam bir galebe çalmasına bir takım sed, engel ve mâniler vardı.

     O mâniler:
Ecnebilerde / gayri müslimlerde; taklit, cehalet, taassup ve kıssîslerin / din
adamlarının onlar üstündeki riyaset, saltanat ve baskıları idi.

     Bizdeki mâni ve
engellere gelince: Mütenevvi / çeşit çeşit istibdat ve baskılar, ahlâksızlık ve
halimizin perişaniyeti, tembelliği netice veren yeis / ümitsizlik hâliydi.

     Nitekim yeis, her
türlü gelişmenin ve ilerlemenin önündeki en büyük engeldir.

     Üstelik yeis;
İslâmiyet Güneşi’nin küsufuna / tutulmasına en büyük sebeptir.

     İslâmiyetin mazide
galebe çalamamasının en büyük engeli ise şu idi:

     Biz ve ecnebiler /
gayri müslimlerin; İslâmiyetin bazı zahirî / görünüşte olan meseleleri ile
müspet ilimlerin bazı meseleleri arasında bâtıl şeylerin var olduğunu
zannetmemiz, İslâm ile bilim arasında; çatışma ve birbirine ters düşmeler
olduğunu sanmamızdır.

X

     Aferin maarif,
ilim ve bilimin feyiz saçan mahiyetine, fenlerin merdane himmetine ki, gerçeği
araştırma meyli, insanlık sevgisi ve insaf meyli ile, hakikat ve gerçekleri
techiz edip donatarak; o manileri yerle bir etti.

     Evet, en büyük
sebep ki, bizi dünya rahatından ve ecnebileri ahiret saadetinden mahrum ederek,
İslâmiyet Güneşi’nin tutulmasına sebep olmuştur.

     Dini yanlış
anlayarak, din ile ilim arasında çatışma olduğunu vehmederek, ona muhalefet edilmiştir.

     Ne kadar hayrete
şayan bir husus! Hiç köle efendisine, hizmetçi sahibine, çocuk babasına nasıl
düşman, muarız ve muhalif olabilir?

     Halbuki İslâmiyet;
fenlerin seyyidi, efendisi ve mürşididir. Gerçek ilimlerin reisi ve babasıdır.

     Fakat ne yazık ki,
bu yanlış anlama, bu yanlış ve bâtıl tevehhüm / vehmediş; şimdiye kadar hükmünü
icra ederek; vesvesesiyle yeisi / ümitsizliği ilka edip, telkin ederek;
özellikle son birkaç asırda, Osmanlı Türkü ve Osmanlı unsurlarına maarifi, ilmi
kısaca medeniyet kapısını kapattırdı.

     Çünkü bazı
nasları; fenlerin kimi meselelerine muarız ve muhalif tahayyül ederek ürktüler.

     Bu cümleden olmak
üzere, meselâ dünyanın yuvarlaklığı ki, fen ve bilimin en başta gelen
coğrafyanın en birinci basamağıdır.

     Böyle olmakla
beraber, bu bedîhî / apaçık mesele hakkında, yersiz tartışmalardan
çekinmediler.

X

     Ancak, İslâmiyette
olan istikametli yolu göstermekle, tefrit ehli olan din düşmanlarının şek,
şüphe ve tereddütleri reddedildi. Hatâları yüzlerine vuruldu.

     İstikametli yolun
öteki canibi / diğer tarafında yer alan ve ‘ahmak dost’ unvanına lâyık olan
ifrat / aşırılık ehli olan müslümanlar; yani zahire takılıp kalanların
tevehhümleri tard edildi / kovuldu. Asılsızlığı gösterildi.

      Asıl hakikat
rehberi ve İslâm âleminin ikbal, istikbal ve geleceğine yol açan; istikametli
yolda, tam bir zafer ümidi ile çalışan İslâm muhakkikleri / araştırıcı
bilginleri başarılı oldu. Ayrıca aklı başında olan samimi ilim ve İslâm
dostlarına yardım edildi. Kuvvetli olmaları sağlandı.

     Kısaca: Asıl olan,
İslâm denen, o elmas kılıca saykal vurmaktı. Yani tozlarını almak ve yeniden
daha keskin bir hale gelmesine yardımcı olmaktı ki, bu iş başarıldı. 

     Zaten telâhuku
efkâr yani fikir ve tecrübelerin birbirine eklenmesiyle, bu sonuca varılması
kaçınılmazdı.

     Yine tecrübelerin
keşifleriyle gayet açık bilgiler hükmüne geçen meselelere, burhan ve delil
getirmek; malumu / bilineni i’lâm / bildirmek demekti.

     Üzülerek belirtmek
gerekir ki, zamanımızda yaşayanların çoğu, her ne kadar sureten / şeklen
yirminci yüzyılın evlâdıdırlar.

     Fakat fikir ve
ilerleme cihetiyle, orta çağın yadigârlarıdır. Sanki çağdaşlarımız; geçmiş
asırların fihristesi veya örneği, yahut da melez bir kavimdirler.

     Hattâ bu zamanın
nice apaçık işleri, onlarca mevhum ve kuruntu sayılır.

Önceki İçerikÖngörü Ve Liyakat
Sonraki İçerikZihnimin Derinliklerinden Çağrışımlar ve Bir Teklif
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.