Hayatın anlamına dair

195

“Dağ başında

 

Rastladım aksakallı birisine

 

Bin yıllık bir halıya bin yıldan beri

 

Bağdaş kurmuş bir çınar gibiydi

 

Sordum ona

 

Aşk ne ustam, hayatın sırrı ne?

 

Sevda kuşun kanadında

 

Ürkütürsen tutamazsın

 

Ökse ile sapanla

 

Vurursun da saramazsın

 

Hayat sırrının suyunu

 

Çeşmelerden bulamazsın

 

Ansızın bir deli çaydan

 

İçersin de kanamazsın”

İşte böyle diyor Cem Karaca, meşhur bestesinde. Ökse ile
sapanla, yani zorbalıkla ve şiddetle sevda kuşunu vurursun ama ona sahip
olamazsın, onu avuçlarında tutamazsın. Çünkü sevgi korku ve zorbalığı sevmez.
Aytmatov’un dediği gibi; sevgi emek ister, şefkat ister, merhamet ister.

 

Hayatın sırrını pet şişelenmiş sularda, sosyal medya
paylaşımlarında, yapay dünyanın jelatinli ambalaj kutularında, iyi
ışıklandırılmış vitrinlerindeki %50 indirimli insan bedenlerinde bulamazsın.

 

Gürül gürül akan bir deli çaydan kana kana içtiğinde, tenine
değen su damlacıklarının serinliğini iliklerine kadar hissettiğinde ve bir
söğüdün dallarının kulaklarına fısıldadığı bir türküde hissedersin hayatı. Cem
Karaca’nın Sevda Kuşun Kanadında türküsünden bunu anlıyorum.

 

Tolstoy ise İnsan Ne ile Yaşar öyküsünde dağ başındaki
bilgeye şunları söyletiyor;

 

Hayatta en önemli an şimdidir, sadece ona hükmedebilir ve
onda var olabilirsin. İnsana en gerekli olan kişiyse yanındaki kişidir, çünkü
şuan senin yanındadır ve seninledir. Hayattaki en önemli uğraş ise iyiliktir.

 

Diğer yandan Simon ve onun eşinde anlam bulan sevgi,
merhamet ve iyiliğin ise insanın bir arada olmadan var olamayacağını, insanın
tek başına yaşayamayacağını söylüyordu.

 

Peki, gerçekten böyle mi? İnsanı yaşama bağlayan sevgi mi?
Hayat, gerçekten bir başkası varken mi anlamlı geliyor?

Malcolm Gladwel, Outliers kitabında Newyork’a göç eden
İtalyanlar’ın sağlıklı bir ömür sürdüğünü, kalp ve damar hastalığı gibi
hastalıklara pek yakalanmadıklarını ve doğal akışında ecelleriyle öldüklerini
söyler.

Bunun sebeplerini ise şöyle ortaya koymaktadır.

•Geleneksel komşuluk ilişkilerini devam ettirmeleri,

•Her daim minnet duygularını birbirlerine ifade etmeleri,

•Geniş ailelerde büyüklerle yaşamaları,

•Her fırsatta bir araya gelip sohbet etmeleri,

•Birbirleriyle paylaşım yapmaları ve birlikte eğlenmeyi
bilmelerine bağlar.

 

İsviçre’de yaklaşık üç buçuk milyon kişinin katıldığı bir
araştırmada ise köpek sahibi olanların daha az kalp krizi geçirdiği ve daha
sağlıklı olduğu tespit edilmiş. Sebebi ise yalnız yaşamanın sağlığa olumsuz
etkileri.

Yaşları 36-52 arasındaki 9 bin 875 kişi üzerinde yapılan bir
başka araştırmada yakın çevreden kaynaklı stres ve kaygının erken ölümlere
sebep olduğu, iyi bir sosyal çevrenin ise ömrü uzattığı ortaya konulmuş.

Son olarak Kopenhag Üniversitesi‘nin yaptığı araştırmaya
göre stresle başa çıkma kapasitesine bağlı olarak etrafındakilerle sürekli
tartışma içerisinde olan insanlarda ölüm riskinin iki ya da üç kat artabileceği
ortaya konmuş.

 

Tüm bunlara dönüp baktığımızda şunları görebiliyoruz;

Ailemiz, komşularımız ve sosyal
çevremiz sağlığımızı doğrudan etkiliyor.

Yardımlaşma, merhamet ve
anlamlı işler yaptığımızda varlığımız değer kazanıyor.

Sevincimizi ve kederimizi
paylaşacak birilerine ihtiyaç duyuyoruz.

Geleneksel aileden çekirdek
aileye geçtikçe sosyal ilişkilerimiz zayıflıyor ve hayatın krizlerine karşı
savunmasız kalıyoruz.

Daha çok teşekkür, daha çok
minnet duygusu ruhumuzu sağaltıyor, bizi dinginleştiriyor.

Her şeyden önemlisi hayata
karşı duruşumuz psikolojimizle birlikte beden sağlığımızı da etkiliyor.

O halde bahçemizdeki ağaçtan, gökyüzündeki serçeye kadar
birbirimize sarsılmaz bir zincirle bağlı olduğumuz bu evrende birbirimizin
kıymetini bilmek, varlığını anlamlı kılmak ve başka hayatlar için de bir şeyler
yapabilmek düşüncesi ile hareket etmeliyiz.

Hayatımızın anlamı, varlığımızın sebebi ancak bu şekilde
kıymet kazanır.